EN SON KONULAR

15 Ocak 2019 Salı

Atatürk Osmanlı’ya darbe yapmıştır



Kemalistler genelde Osmanlı’yı düşmanlarımızın yıktığını ve bunun üzerine M. Kemal Atatürk’ün yeni bir Devlet kurduğunu söyler… Bazıları da M. Kemal Atatürk’ün “Ihtilal” yaptığını söyleyerek hakikati az da olsa, kekeme bir üslupla dile getirirler.

M. Kemal Atatürk, Osmanlı’yı yıkmak maksadıyla giriştiği eylemin “darbe” olarak görülmesini önlemek için, sürekli “Millet yapmıştır”, “Millet isyan etmiştir” diyerek, asker gücüyle yaptıklarını bu söylem ile maskelemek yolunu tutmuştur. Çünkü o dönemde ipler tam manasıyla elinde olmadığından dolayı halkı uyandırmak istemiyordu.

Bu kısa girişten sonra sözü büyük ölçüde; Kara Harp Okulu’ndan mezun olan, daha sonra 1973-77 yılları arasında CHP Ankara milletvekilliği yapan ve yakın Tarih ile ilgili çeşitli eserler kaleme alan, yazar Subay Sabahattin Selek’e bırakıyoruz… Atatürkçülüğünden şüphe edilmeyen birisidir kendileri.

Anadolu Ihtilâli, “dış görünüşüyle” yabancı işgallere karşı vatanı kurtarmak gerekçesine dayanmaktadır. Halbuki bu görüşün gerisinde uzun yılların hazırladığı, “devletin bünyesini değiştir” fikri yatar. Hareketin önünde ve başında bulunanların çoğunluğu ihtilâlci bir cemiyetin, Ittihat ve Terakkinin, fikir ve heyecan potasında yoğrulmuş kimselerdi. Eğer Türkiye kurtulacaksa, Osmanlı devlet düzenininde yapılacak şekli değişikliklerle değil, yeni bir devlet düzeni getirerek kurtulacaktı. M. Kemal Atatürk tarafından daha başka biçimde ifade edilmiş olan bu fikir Anadolu ihtilâlinin ilk olarak devletin politik strüktürünü değiştirmeyi hedef güttüğünü göstermektedir. Bunun yanı sıra başlangıçtan itibaren sosyal strüktürün de değişmesi gereğinin düşünüldüğünü ortaya koyan sözlere ve fikirlere rastlamaktayız.

Izmir’in Yunan kuvvetleri tarafından işgali, Anadolu ihtilâlinin doğmasında “olumlu bir etki yapmış” ve Ihtilâli çabuklaştırmıştır.

Sözü Sabahattin Selek’e bırakıyoruz demiştik… Selek, M. Kemal’in Anadolu’ya gelişinin Izmir işgaline denk gelmesine; “iyi bir tesadüf” (!) demekte ve ayrıca M. Kemal hareketinin aslında düşmana değil, Osmanlı devlet düzenine karşı olduğunu itiraf etmektedir:

“Izmir’in işgali ve hükümetin işgal karşısındaki tutumu, ihtilâl liderinin işine çok yaramıştır. Halka, ‘dış düşmanı göstererek’ devlet düzeni dışında bir organizasyon kurmak, sonra bu organizasyonu memleket haklarını korumayan (!) hükümete karşı işletmek, Anadolu Ihtilâlinin stratejisine temel teşkil eder. Izmir’in işgali, M. Kemal Paşaya bu fırsatı vermese idi, ihtilâlin en büyük dayanağı olan orduyu bile Istanbul’dan ayırmak güç olurdu. O takdirde, mevcut kuvvetleri bir ihtilâl davranışı içine sokabilmek için, bu derece net olmayan başka gerekçeler göstermek gerekecekti. Iyi bir tesadüf (!), M. Kemal Paşanın Anadolu’ya gelişi ile Izmir’in işgalini zaman bakımından denk getirmiştir. Fırsatlardan faydalanmayı bilen ihtilâl lideri, ilk merhalede, memleketi yalnız ‘dış düşmanlardan kurtaracak adam rolünde görünmüş’ ve ihtilâlci hüviyetini gizlemiş olmasına rağmen, Izmir’in işgalini hükümete karşı alabildiğine istismar etmiştir.”

Ihtilâl Plânı ve Metod

M. Kemal Paşanın ihtilâl plânını dört noktada özetlemek mümkündür.

Şöyle ki:

1 – Anadolu’nun Istanbul ile olan fikrî ve idarî bağını kopararak Anadolu’yu Istanbul’dan ayırmak.

2 – “Milli Istiklâli kurtarmak” parolasiyle Anadolu halkını bir teşkilât etrafında birleştirerek ihtilâl atmosferine sokmak.

3 – Ihtilal için ordunun desteğini sağlamak.

4 – Anadolu’daki mülki idareyi, valiler ve mutasarrıflar eliyle ihtilâl idaresine bağlamak.

Türkiye’nin o günkü şartları içinde ne bu plân açıkça ortaya konulabilir ve ne de gelişi güzel ihtilâlden söz edilebilirdi. Işin başında olanlar bile, M. Kemal Paşa’nın memleketi ihtilâle sürüklediğini kesinlikle bilmemeli idiler. Bunun içindir ki, M. Kemal Paşa daima millî istikâli, vatanı ve Padişahı kurtarmaktan sözetmiş; Padişaha karşı yapılan herhangi bir hareketi, Padişahı kurtarmak gerekçesine dayamıştır. Ihtilâl kelimesini telâffuz etmekten dikkatle kaçınması zamanın gerçeklerinin gereği olduğu kadar, Onun ihtilâl kavramına verdiği önemden de gelir.

Nitekim, zaferden sonra bile yaptığı işi ihtilâl olarak adlandırmaktan kaçındığını ve “Isyan” deyimini tercih ettiğini görmekteyiz. 1919-1926 yıllarındaki icraatının muhasebesini yaptığı nutukta, Osmanlı Devletinin, onun istiklâlinin, padişahın, halifenin, hükümetin hiç bir anlamı kalmadığı inancına vardığını belirttikten sonra şöyle demektedir:

“Osmanlı Hükümetine, Osmanlı padişahına ve müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu.”[1]***

KAYNAK:[1] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, 9. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, Istanbul 1969, cild 1, sayfa 14.



Ihaneti herkes görsün… Yukarıda bahsedilen M. Kemal Atatürk’ün Nutuk’unun 14’üncü sayfası. Osmanlı ve Hilafet makamı Türklerin istiklaline tecavüz mü etmiştir ey Kemal?? Türkler Osmanlı ve Hilafet ile şeref kazanmıştır şeref!!

Halkı ve orduyu ihtilâle sürükleyebilmek için M. Kemal Paşa’nın elinde üç önemli koz vardı:

a) Izmir’in Işgali,

b) Hükümetin zaafı,

c) Taşıdığı sıfat ve selâhiyetler (yetkiler).

Itilâf devletlerinin Türkiye üzerindeki emelleri ve Mondros mütarekesi gereğince bâzı yerlerin işgali, Anadolu’nun bir çok bölgelerinde halkı endişeye sevketmişti. Fakat Izmir’in işgali o güne kadar sezilmemiş olan büyük tehlikeyi meydana çıkarmıştır. O halde Izmir’in başına gelen felâket her yerde beklenebilirdi. Izmir’in işgali ile yaratılan heyecanı besliyerek bütün yurda yaymak ve devamlı kılmak gerekiyordu. M. Kemal Paşa bunu büyük bir koz olarak kullanacaktı. (…)

Easasen 6 aydan beri Itilâf devletlerinin işgali ve kontrolü altında bulunan Istanbul’da hükümet edilemezdi. Padişah da aynı sebeple hür ve serbest değildi. Bu görüşü ileri sürerek milletin Istanbul’a karşı ümidini ve güvenini kırmak, Ihtilâl için M. Kemal Paşanın elinde kuvvetli bir kozdu. Bu kozu devamlı olarak kullanabilirdi. M. Kemal Paşa “Yaveri Hazreti Şehriyari (Padişahın Onursal Yaveri) idi. Bu saygı değer sıfata ilâveten, ordu müfettişi unvanını taşıyordu.

Samsun’dan itibaren Anadolu’daki mülki ve askeri makamlara yazdığı telgraflarda, tamimlerde, imzasının üstüne her iki sıfatını da kaydetmeyi ihmal etmiyecekti. Ordu Müfettişi ve Padişahın yaveri olarak tanınmak ve güven kazanmak zorunda idi. Ilk etkiyi yaptıktan sonra bu sıfatları kaybetse bile gerisi nasıl olsa gelirdi.

Atatürkçü yazar Sabahattin Selek devam ediyor…

M. Kemal Paşa, mücadelenin iç ve dış cephesinde asıl dayanağın ordu olduğu prensibini kabul etmekle beraber, Anadolu ihtilâlini bir askerî ayaklanma şeklinde göstermekten dikkatle kaçınmıştır. Gerek Padişaha ve hükümete, gerekse dış âleme, Anadolu’da bir halk hareketi ile karşılaşıldığı kanısını vermek gerekiyordu. Ordu, ancak bu hareketi destekleyen bir kurum olarak geri plânda görünmeliydi.

22 Ocak 1920 tarihinde, şifreli bir telgrafla, Konya’daki XII., Sivas’taki III. ve Erzurum’daki XV. Kolordu Kumandanlarına, Ingilizlerin Istanbul’a tecavüzlerini arttırarak bâzı nazırları ve meb’usları bilhassa Rauf Beyi tevkif etmeleri ihtimâlinden bahsetmiş …[1]

(Selek, M. Kemal’in, bâzı nazırların ve meb’usların bilhassa Rauf Beyin Ingilizler tarafından tevkif edileceklerini aylar öncesinden bildigini söylüyor… HAYRET!!! NERDEN BILIYORDU ACABA? Oysa Ateşkes anlaşması imzalanmıştı.)

VE İSTANBUL’UN İŞGALİ

Itilâf Devletleri, 16 Mart 1920 günü Istanbul’u resmen ve fiilen işgal etmek suretiyle Anadolu ihtilâlinin başarısına “büyük ölçüde yardım etmişlerdir.” 2,5 aydanberi Ankara’da bulunan Heyeti Temsiliye Reisi M. Kemal Paşa, Istanbul’un işgalini kaçırılmayacak bir fırsat bilerek, kesin teşebbüslere girişmek imkânını bulmuş oluyordu.

(Ingilizler’de nedense hep M. Kemal’in işini kolaylaştıracak hamleler yapıyorlar!!!)

M. Kemal Paşa Istanbul’un işgali ile doğan durum karşısında, Istanbul idaresini tamamen bertaraf etmek ve Heyeti Temsiliyeyi geçici bir hükümet gibi çalıştırmak ve ihtilâlin meşruluğunu sağlıyacak bütün teşebbüslere girişmek ve özellikle Ankara’da bir meclis toplamak kararında idi. Bu kararın uygulanmasına, Heyeti Temsiliyenin bütün memlekette idarî bir merci olduğunu duyurmakla başladı. M. Kemal Paşa, Kurucu Meclis toplamayı düşünürken “rejimi değiştirmek” amacını güdüyordu.[2]

“Milli Mücadele”, bir bakıma, Türklüğün “Osmanlılığa karşı” yaptığı bir kurtuluş savaşı da sayılmak gerekir. Osmanlı Devleti topluluğundan koparak bağımsız olmak için Bulgarların, Yunanlıların yaptıkları istiklâl mücadeleleri ile 1919 yılında başlayan Türk mücadelesi, önemli bir farklılık göstermemektedir.***

KAYNAKLAR:[1] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Vesikalar No: 226/a.b.)

[2] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, 9. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, Istanbul 1969, cild 1, sayfa 421.



Yukarıda bahsedilen M. Kemal Atatürk’ün Nutuk’unun 421’inci sayfası. Ihaneti herkes görsün…***

Ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi? Inşaallah, “müslümanım ama Atatürkçüyüm” diyenlerde anlıyordur.

Bulgarlar ile Yunanlıların Osmanlı’dan ayrılmak istemeleri normaldir. Hıristiyanların kendi yönetimlerini kurmak istemeleri doğal karşılanabilir… Ancak M. Kemal neden ayrılmak istiyordu?

Atatürkçü yazar Sabahattin Selek tabuları yıkıyor…

Yunanistan’a Anadolu’dan vaadedilen pay, Izmir ve hinterlandından* ibaretti. Bu sebeple Yunan Ordusu, Izmir’e çıktıktan 1919 Haziran sonuna kadar geçen bir buçuk ay içinde payına düşen bölgeyi işgal etmiş ve durmuştu. Yunanlılar isteseler de, Türkiye’den daha büyük faydalar sağlamak için diledikleri gibi hareket edemezlerdi. Bu, ancak Ingiltere’nin izni ile olabilirdi. Türkiye hakkındaki Ingiliz politikası ve Ingiltere’nin zafer ortaklariyle olan anlaşmaları, Yunanistan’a bu tarz bir şans tanıyacak gibi görünmüyordu.(…)

Yunanistan taarruza hazırlanırken müttefik devletler 1921 Haziran ayında Paris’te bir konferans yaparak, Trakya’yı Yunanistan’a bırakan, fakat Izmir’i bir muhtar yönetime bağlıyan esaslarda anlaştılar. Yunanistan ve Türkiye’ye bu esasları daha sonra bildirmek üzere, harbi durdurmak için tavasutta bulundular. Yunanistan, gizlilik kararına rağmen Paris Konferansı’nda varılan anlaşmayı öğrenmişti.(…)

Yunanistan, Anadolu’da ne yapabilirdi? En ölçülü hedef, Sevres Andlaşmasiyle Batı Anadolu’da kendisine verilen küçük, fakat zengin toprak parçasını elde tutmaya ve Yunanlılaştırmaya çalışmak değil mi? Bu bile bir hayaldi. Yunanistan’a katılacak arazideki Türk çoğunluğunun, şu veya bu suretle Yunan yönetimine boyun eğeceği kabul edilse bile, yine de Yunanistan burada barınamazdı. Çünkü Sevres Andlaşması, ancak haritada bir sınır çiziyordu. Batı Anadolu’da, tabiat ve coğrafya böyle bölücü bir sınır tanımıyordu.

Aksine, doğudan batıya doğru uzanan dağlar, nehirler, vadiler ve yollar, Izmir bölgesini Anadolu içlerinden gelecek her türlü saldırıya karşı açık tutuyordu. Bu bölge, olsa olsa, daha doğuda Bursa – Uşak veya Eskişehir – Afyon hattında savunulabilirdi. Nitekim, Sakarya’dan çekildikten sonra Yunanlılar bu yolda bir savunmayı seçtiler. Fakat, bu sefer de cephe çok genişliyor ve 100-150 bin kişilik bir ordu ile tutulamıyacak ölçüde büyüyerek 500-600 kilometreyi buluyordu. Yunanlılar, şüphesiz bu güçlükleri az veya çok sezmişlerdir.***

*Hinterland: Coğrafyada, bir kıyı veya akarsunun gerisindeki bölge… Bir liman veya başka bir merkezin geçiş (ulaşım, ticaret vs.) sağladığı bölge.

Atatürkçü yazar Sabahattin Selek, Yunanlıların Anadolu’ya yerleşmesinin imkansız olduğunu yazıyor…

Anadolu toprakları çok genişti. Yunan Ordusu Ankara’yı alsa bile, Kayseri’ye, Sivas’a kadar uzanıp, üssünden bu kadar uzaklaşamazdı. Bu problemlerin Yunan kumandanları arasında zaman zaman tartışıldığını da bazı belgelerden anlıyoruz. Prens Andrea, bu tartışmalardan şöyle söz eder:

“Biz düşmanı Küçük Asya’nın sonsuz genişlikleri içinde Iran sınırlarına kadar kovalıyabilir miydik? Bu gibi sorulara hiçbir kestirme cevap verilemiyor, yalnız genel olarak belirsiz bir surette deniyordu ki, bu takdirde biz öyle bir arazi işgal etmiş oluruz ki, bunun ektirilip biçtirilmesi masraflarıımızı ödeyebilir”.[1]

Bütün bu düşüncelerin hayal olduğunu idrâk edebilmek için, Anadolu imkânlarının bir işgal ordusuna pek az şey bahşedeceğini bilmeye lüzum yoktu. Evvelâ, uzun sürecek bir harbe, Anadolu’ya yerleşmeye, Yunanistan’ın iç durumu da, malî imkânları da, elverişli değildi. Kralcı -Venizelist bölünmesi, ordu da dahil, Yunan hayatının bütün safhalarına yayılmıştı.***

KAYNAK:[1] Prens Andrea, Felâkete Doğru – Çeviri: Emekli Albay Hüseyin Rahmi, 1932, sayfa 7, 8.

(Her cümle dikkatle okunmalıdır)

6 ve 7’inci bölümde Yunanlıların memleketimizi işgal etmelerinin mümkün olmadığına değindikten sonra, yarım bıraktığımız meseleye, yani Istanbul’un Ingilizler tarafından işgaline geri dönüyoruz.

“Istanbul, M. Kemal’in Anadolu’daki hareketini yıldırmak için işgal edilmiştir” diyenlerin kulakları çınlasın.

Atatürkçü Sabahattin Selek devam ediyor:

Istanbul ellerinin altında bulunuyordu. Kan dökmeden, Türkleri tahkir etmeden ve Istanbul’un işgal edildiğini ilân etmeden, yine de diledikleri tedbirleri alabilirlerdi.(…)

Osmanlı Meclisi “Misâk-ı Millî”yi kabul ve ilân etmekten başka bir şey yapmamıştı. Meclisten beş on milliyetçi lideri alıp Malta’ya götürmekle Anadolu’daki milliyetçilerin yılacağını ummak “çocukça bir düşünce” idi. “Misâk-ı Millî” serinkanlılıkla incelenebilseydi, Ingiliz menfaatleri ile hemen hemen hiç çatışmadığı görülecekti. Ingilizler, M. Kemal Paşa’nın Millî Meclisi Anadolu’da toplamak istediğini pek âlâ biliyorlardı. Nitekim Amiral Robeck, henüz seçim yapıldığı sıralarda meclisi toplamamanın mümkün olmadığını, bu sağlansa bile Anadolu’da bir meclis ve bir hükümet kurulacağını sezmemiş miydi?

Sonra Ingilizler, hilâfetten kurtulmak istiyorlardı. M. Kemal Paşa ile bu konuda anlaşabilirlerdi. Fakat, bütün bunları gözden kaçıran Ingilizler, Istanbul’u işgal edip Osmanlı Meclisini dağıtmakla, M. Kemal Paşa’ya ikinci büyük bir koz vermiş oluyorlardı. M. Kemal Paşa, asıl yapmak istediğini, Ingilizlerin sayesinde artık bundan sonra yapmak imkânını bulacaktı.

Burada, Türk kurtuluş hareketine yardım etmek istiyen meçhul bir kuvvetin Istanbul’daki Ingiliz sorumlu kişilerini ve bunlar kanalı ile Ingiliz hükümetini yanıltmış ve teşvik etmiş olmak ihtimali bile akla geliyor. Herhalde bu noktanın aydınlanmaya muhtaç tarafları olsa gerek.***

(Kim bu meçhul kuvvet? Sakın M. Kemal’in Ingiliz Valisi olmak için görüşmek istediği ve Pera Palas’ta Osmanlı’ya darbe yapmak için anlaştığı üst düzey Ingiliz ajanı “Rahip Frew” olmasın??)

HAINLER…

(3’üncü noktaya dikkat)

Atatürkçü Sabahattin Selek devam ediyor:

Ortadoğuda bir Türk devletinin yaşamasını Ingiliz menfaatlerine daha uygun bulan görüşü şu gerekçe doğrulamaktadır:

1 — Emperyalist bir devlet olarak, Osmanlı Imparatorluğunun elinde bulunan Arap ülkelerine hâkim olmak istiyen Ingiltere’nin Türk istiklâl Harbinin hedeflerini gösteren «Misâk-ı Millî»den memnun olması gerekir. Misâk-ı Millî’nin tesbit ettiği sınırlar Ingiltere’nin tecavüz etmek istediği sınırlar değildi, Istanbul’a hâkim olmak iddiasından vazgeçtikten sonra, Ingiltere, Musul üzerinde Türkiye ile anlaşabilirdi.

2 — Kilikya bölgesini elde tutabilmek için Türkler ile savaştığı halde, Fransa’nın Türkiye’ye karşı genel politikasından, Ingiltere haklı olarak kuşkulanmaktaydı. Fransa kamu oyunda açık bir şekilde beliren Türk dostluğu Ingilizlerin dikkatinden kaçamazdı. Fransa Hükümeti her ân Türkiye ile anlaşmaya yatkın görünmekteydi. Nitekim, bu anlaşma 1921 yılında gerçekleşecekti. Fransa’nın bu tutumuna karşılık Ingiltere’nin Türklerin düşmanlığını kazanmakta ve Ortadoğu’daki durumlarını tehlikeye düşürmekte bir menfaati olamazdı.

3 — Birçok müslüman memleketlere hâkim emperyalist bir devlet olarak, Ingiltere, hilâfet müessesesini her devletten fazla düşünmek zorundaydı. Bu müessesenin devamı, halife Ingilizlerin elinde bulunsa bile, Ingiltere’nin işine elvermezdi. Devamlı olarak halifeyi elde bulundurmak çabası yerine halifeyi tasfiye edeceği muhakkak olan M. Kemal Paşa’yı desteklemek Ingiliz politikası bakımından uygun düşüyordu.

4 — Rusya’daki yeni rejimin mahiyeti henüz gereği kadar anlaşılamamış olmakla beraber, hele 1920 yılından itibaren bu rejimin Rusya’da yerleştiği kanaati uyanmıştı. Itilâf Devletlerinin Bolşeviklere karşı tuttukları ve destekledikleri Çarlık kuvvetleri (Varengel, Denikin, Kolçak) başarı sağlıyamamışlardı. Yeni Rus idaresi, Türk Millî Mücadelesine yardımcı idi. Rusya’dakî rejim değişikliğinden, genel Rus politikasının değişeceği sonucunu çıkarmak mümkün değildi. Bu sebeple, Ingiltere’nin Türkiye, özellikle Boğazlar ve Istanbul’dan dolayı ileride Ruslarla ihtilâfa düşmesinde bir fayda yoktu.

5 — Batı tarafından daha fazla sıkıştırılacak bir Türkiye’nin Bolşevik olması ihtimali de göz önünde tutulmalıydı. Batıya karşı bir Rus-Bolşevik cephesinin kurulması Ingiltere’nin menfaatlerine açıkça aykırı idi.

(Yabancı devletler Osmanlı Devletini de Londra Konferansına davet ettikleri halde, M. Kemal neden Ankara hükümetinin tanınmasını istiyordu? Diyoruz ya, M. Kemal Osmanlı’ya darbe yapmıştır. Ayrıca Ingilizlerin denetiminde olan Istanbul’dan nasıl Anadolu’ya silah ve cephane kaçırılması mümkün oluyordu? Acaba Ingilizler M. Kemal’i Istanbul hükümetine karşı kuvvetlendirmek mi istiyordu?)

Millî Mücadele boyunca Istanbul’da büyük ölçüde bir yeraltı faaliyeti devam etmiştir. Anadolu’ya sayısız silâh ve cephane kaçırılmış, yüzlerce sivil ve askerî şahıs hemen hemen “büyük güçlüğe uğramadan” Anadolu’ya geçebilmiştir.

M. Kemal Paşa, liderliğini yaptığı ihtilâli ölçülü adımlarla başarıya götürürken, asıl olan amacı hiçbir zaman gözden uzak tutmıyarak bir taraftan kendisini Türk toplumuna ustalıkla kabul ettirmeye çalışırken, diğer taraftan saltanatın tasfiyesi şartlarını hazırlıyordu.

Londra Konferansı (21 Şubat 1921), yeni Anayasa ile Türkiye’de beliren yeni devlet düzenini kuvvetlendirici bir gelişmeye yol açmıştır, itilâf Devletleri, “Doğu Meselesi”ni çözmek üzere Londra’da toplanmasına karar verdikleri konferans için yeni Türkiye’yi (Ankara Hükümeti’ni) Istanbul Hükümeti kanalı ile davet etmişlerdi.(…)

Istanbul – Ankara arasındaki yazışmalar dış görünüşü ile Londra Konferansını ilgilendiriyordu. Gerçekte ise, M. Kemal Paşa, bunu vesile ittihaz ederek yeni Türk Devletini Istanbul’a empoze etmek ve Istanbul’u Ankara’ya bağlamak tasavvurunda idi. Bu sebeple önce bu yazışmaları özetliyeceğiz. Sadrıâzam Tevfik Paşanın Türkiye’nin Londra Konferansına davet edildiğini bildiren ilk telgrafı 21.1.1921 tarihlidir. Telgrafın esasa ait cümlesi şöyle idi:

“Osmanlı Hükümetine, gönderilecek davet, M. Kemal Paşanın veyahut Ankaraca gerekli izne sahip delegelerin Osmanlı delegeler kurulu arasında bulunmalarını da içerir.”

M. Kemal Paşa, biri özel, öteki resmî olmak üzere, Tevfik Paşaya iki telgrafla cevap verdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi adına yazdığı resmî telgrafta[1]; Istanbul’da meşru ve hukukî herhangi bir heyet bulunmadığını, Türkiye’nin kaderi üzerinde söz söyliyebilecek tek meşru ve müstakil kuvvetin T.B.M. Meclisi olduğunu, dolayısiyle itilâf Devletlerine ancak Ankara Hükümetinin muhatap olabileceğini belirtiyor ve şöyle diyordu:

“Heyetinize”[2] düşen vatanî ve vicdanî vazife, millet ve memleket namına meşru muhatap hükümetin Ankara’da olduğunu kabul ve ilân etmektedir.”

***DIPNOTLAR:[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, cild 7, sayfa 411. [2] “Hükümet” dememek için “heyet” kelimesini kullanmaktadır.

(Kongrelerde ve Meclis açılışında Padişah’a sadık kalacağına dair “namusu” üzerine yemin eden M. Kemal, Ingilizlerden aldığı desteklerle kuvvetlenmiş ve nihayet gerçek yüzünü göstermiştir… Artık Padişah’ı tehdit edecek cüreti bile kendinde bulabilmiştir. Üstelik, Meclis adına çektiği telgraflardan Milletvekillerinin haberi dahi yoktur. Kendi kafasına göre takılıyor. Kimden emir alıyor, kimlerle müzakere ediyordu acaba?)

Söz, yine Atatürkçü Sabahattin Selek’te: Özel telgraf, son derece önemli olan aşağıdaki hususlar çerçevesinde yazılmıştı:“…saltanat ve hilâfet merkezinden başlayarak maddî ve manevî bütün memleket kuvvetlerinin birlik olarak hareket etmesi gereklidir. Bunun için Padişahın millî iradenin tek temsilcisi olarak Türkiye Büyük Millet Meclisini tanıdığını resmen ilân etmesi artık icâp etmiştir.”

“…bize katılmak suretiyle vaziyetinizi belirtmenizi ve tesbit buyurmanızı, tarih ve millet önünde yüklenmiş olduğumuz görev ve yetkiye dayanarak teklif ederiz.”

“…Samimî tekliflerimiz kabul edilip yerine getirilmediği takdirde, saltanat ve hilâfet makamını işgal eden Padişahın durumunun sarsılması tehlikesinden haklı olarak korkulur ve bunun bütün sorumluluğu, tahmin edilemiyecek sonuçlariyle birlikte, doğrudan doğruya Padişaha aittir.”

M. Kemal Paşa’nın deyimiyle, bundan sonra her iki telgrafı özetleyen ve yapılması gerekli şeyleri basit bir şekilde belirten şu telgraf çekildi:[1]

“1 — Padişah, Türkiye Büyük Millet Meclisini tanıdığını kısa bir hatt-ı hümâyûn ile ilân buyuracaklardır.

2 — Birinci madde hükmü yerine getirildikten sonra ailevi olan iç işlerimizi şöyle ayarlayabiliriz: Padişah ötedenberi olduğu gibi Dersaadet’te (Istanbul’da) ikamet buyururlar. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümet şimdilik Ankara’da bulunur. Istanbul’da artık kabine adı altında bir heyet kalmaz. Istanbul’un özel durumu dolayısiyle Padişahın yanında Büyük Millet Meclisinden görev ve yetki almış bir heyet bulundurulur.

3 — Istanbul ve yöresinin idaresine ait işler sonra düşünülür ve düzenlenir.

4 — Bu şartların kabulü üzerine, zaten Büyük Millet Meclisince tasdikli bütçemizde mevcut olan Padişaha ve saltanat hanedanına ait tahsisatı ve lüzumlu olan bütün memurlara diğer maaş sahiplerinin tahsisatını hükümetimiz ödeyecektir.”

M. Kemal Paşa, Meclisin toplanmadığı üç gün içinde yapılan bu yazışmaları ve Londra Konferansı için davet alındığını B. M. Meclisinin 29 Ocak 1921 günlü toplantısında, telgrafları da aynen okuyarak açıkladı. Paşa, konuşması sırasında, Anayasaya girmiş olan “Türkiye Devleti” deyimini ilk defa kullanıyordu. Bu tarihe kadar hep “T.B.M. Meclisi Hükümeti”nden söz ettiği halde, bugün sık sık “Türkiye Devleti” demesi, yeni devlet kuruluşu olayı bakımından özellikle üzerinde durulacak bir noktadır.***

KAYNAK: [1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, cild 7, sayfa 412.

Bir evvelki bölümde M. Kemal’in, Padişah’a, Ankara hükümetini tanıması yönünde tehdit telgrafı çektiğini ve bu telgrafı mecliste okuduğunu yazmıştık. M. Kemal’in mecliste okuduğu bu telgraftan sonra söz alan Mersin Milletvekili Ismail Safa Bey, baklayı ağzından çıkardı ve görüşmeler şöyle devam etti:

Ismail Safa Bey (Mersin) — “Arkadaşlar! Istanbul ile Milli Hükümet arasında birtakım yazışma yapılmış olduğunu muhterem başkanımız Paşa hazretleri burada izah buyurdular. Millî hükümetin teklifleri arasında gayet önemli bir madde var: Padişahın Meclisimizin meşruluğunu ve milletin mukadderatına bizzat hâkim olduğunu ilân etmesi isteniyor. Padişah, Milli Hükümet tarafından haklı olarak istenilen bu ilânı yapmadığı takdirde, ona karşı durumumuz ne olacaktır? Şimdiye kadar durumumuz, arkadaşlar biliyorsunuz, **gayet kapalı idi** ve hiç kimse bu noktaya dokunmaya cesaret edemiyordu. Hepimiz diyorduk ki; padişahımız ecnebilerin elinde esirdir. O halde, yapılan şeylerin hiçbirisinden razı değildir. Onun için daima padişahımızın bizimle beraber olduğunu ve fakat ecnebilerin elinde esir bulunduğu için padişah olarak emirlerini açıklamaya gücünün yetmediğini söylüyordu. Nasıl düşünürsek düşünelim, bu mesele genel kurulumuzca ve hepimizce böyle görülmek isteniyordu. Fakat bugün Padişahın bize karşı olan durumunu açık olarak, yani bizim meşruluğumuzu, milletin mukadderatına hâkim olduğumuzu tasdik edecek kadar durumunu açık söylemediği takdirde ne durum alacağız? Ona karşı ne düşünüyorsunuz? Bu nokta hakkında açıklama yapılmasını istiyorum.”

Erzincan milletvekili Osman Fevzi de söz alarak mücadelenin başlangıcından beri padişahın düşman elinde esir bulunduğunu, maksadın memleketi ve padişahı kurtarmak olduğunu, Anadolu uleması (alimleri) tarafından çıkarılan fetvaların da bu fikre dayandığını belirterek, şimdi durumun değişip değişmediğini sormuştur:

“Bundan dolayı şimdi acaba durum tamamen değişti mi? Kabul etmiyorum. Yani Padişah tarafından verilecek cevap kabul olunmaz tarzında anladığım bazı ifadelere karşı müdafaa ediyorum bendeniz. Yani şüphemi yok etsinler. Bu hâl sona erdi mi?”

(Atatürkçü Sabahattin Selek, konuyu gayet güzel bir şekilde özetlemiş. Bazı yerleri fazla açmamış, dokunmakla yetinmiş ancak bundan iyisi Şam’da kayısı.)

“Anadolu Ihtilâli bir halk hareketi değildir. (…) Anadolu ihtilâli, aslî unsuru ittihatçılar (asker ve sivil) olan bir karma kadronun, daha doğrusu bir aydın (Selek’e göre: “aydın”) ekibin yarattığı ve yürüttüğü bir harekettir. (…)

Anadolu Ihtilâlinin, harple beraber, iç içe gelişmesi de ayrıca üzerinde durulacak bir husustur. Ihtilâlin ideolojik bir hareket olarak başlamamış olması ve böyle bir hazırlığa sahip bulunmaması, **dayanağını ve gerekçesini harpte bulmasına** yol açmıştır. Böylece, **harp, ihtilâle başarı şansı sağlamış oluyordu.**

Fakat, bu durum. Yeni Devletin kuruluşunda birtakım olumsuz etkiler yapmaktan da geri kalmamıştır. Dış düşmanlara karşı “vatan”ın savunulması ve milletin kurtuluşu için savaşanların **pek azı ihtilâlci idi.** Savaşçılara göre, kurtarılacak kutsal varlıklar arasında **saltanat ve hilâfet** makamları da vardı. Ileride bu iki müesseseyi de tasfiye edecek olan ihtilâlciler (darbeciler), bir süre, savaş arkadaşlarından **farklı görünememişlerdi.**

Anadolu millî hareketi içinde bütün siyasî görüşler bir koalisyon teşkil etmişti. Bu koalisyon, ihtilâlin uzak hedefleri bakımından büyük bir zaaftı. Çünkü, Ihtilâle karşı olan kuvvetler, zaferden sonra, **vatanın kurtuluşu için** girdikleri bu koalisyondan, alacaklı olarak çıkacaklardı. Bu sebepten tasfiyeleri güçleşiyordu. Ne kadar radikal davranılsa, bunlara taviz verilmek gerekecekti. Esasen, ilk günden beri, ihtilâl, taviz vere vere yürütülmekte idi.

“Yeni rejime yeni kadro”, gereği, şüphesiz, Atatürk’ün dikkatinden kaçmış değildir. Nitekim, zaferden sonra, geniş çapta bir tasfiyeye giriştiğini görmekteyiz. Birinci Büyük Millet Meclisindeki gruplaşma (1. ve 2. Gruplar), Millî Mücadele kadrosunun bölüneceğini ve gelecekteki sert çatışmayı belli etmiş görünüyordu. Bu durum, tasfiye hareketinin, zaferin hemen arkasından başlamasını zorunlu kıldı. Önce, Birinci Meclisin kendisini feshetmesi (Selek, “darbe” diyemedigi için “fesh” diyor. ) ve seçimlerin yenilenmesi (1 Nisan 1923) sağlandı. M. Kemal Paşa, “halkçılık esasına dayanan ve Halk Partisi adiyle siyasî bir parti kurmak” niyetinde olduğunu daha önce (6 Aralık 1922) açıklamıştı. Müdafaai Hukuk Grubunu (1. Grup) parti haline sokacak ve 2. Grubu seçimlerde tasfiye edecektir. M. Kemal Paşanın, 9 maddelik bir seçim beyannamesiyle 8 Nisan’da açtığı seçim kampanyası, bir hayli sert geçti. 11 Ağustos 1923 günü toplanan Ikinci Büyük Millet Meclisine, Ikinci Grubtan hemen hiç kimse girememişti. Bu sonuç, tasfiyenin ilk adımı idi.” (Ikinci Meclis vekillerini M. Kemal kendisi belirlemişti.)***

Sabahattin Selek, ikinci adımın daha sert atılacağını ve bunun Izmir suikastinde yaşandığını belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

“Tasfiyenin şiddetini canlandırabilmek için, idam mahkûmlarından bazılarını hatırlamakta fayda vardır:

Izmit Milletvekili Şükrü Bey, Saruhan Milletvekili Abidin Bey, Eskişehir Milletvekili M. Arif Bey, Sivas Milletvekili Halis Turgut Bey, Istanbul Milletvekili Ismail Canbolat Bey, Erzurum Milletvekili Rüştü Paşa, Eski Lâzistan Milletvekili Ziya Hurşit Bey, Eski Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet Bey, Eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey, ünlü Karakemal Bey, eski Maliye Nazırı Cavit Bey, Dr. Nazım Bey, Ittihat ve Terakki Kâtibi Mesullerinden Nail Bey, eski Ardahan Milletvekili Hilmi Bey.”

KAYNAK:Sabahattin Selek, Anadolu Ihtilali, Kastaş Yayınları, 8. baskı, Istanbul 1987, cild 1 ve 2.

Kadir Çandarlıoğlu

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz: http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez*

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com

Atatürk Büstlerine Harcanan Parayla Bakın Neler Yapılır!



Kişi başına kaç Atatürk heykeli düşüyor?

“O olmasaydı” derdi Başöğretmenim, “hepimiz İngiltere’nin kölesi olacaktık!” “O olmasaydı, İngilizler ezanı kaldıracak, Kur’an eğitimini yasaklayacaktı!” “O olmasaydı, camiler kiliseye çevrilecekti.” “O olmasaydı, zulüm altında inim inim inleyecektik!” Soramazdık: Ey Başöğretmenim, 1950’ye kadar millet zulüm altında inlemedi mi?.. Ezan-ı Muhammedî ve din eğitimi 1950’ye kadar yasaklanmadı mı?.. Camilere sıralar konması, oturularak “tapınılması”, musiki aleti çalınması teklifi “Dinde Reform Layihası” adı altında teklif edilmedi mi?.. Başöğretmenim bu tür sorular sorulmasından hiç ama hiç hazzetmezdi. Ne tesadüf: Kemalistler de bu tür sorulardan hiç hoşlanmıyorlar! Dünkü soruya gelelim: Tarih boyunca acaba heykellere toplam kaç lira harcandı?

Kendi sağlığında diktirdiği heykelleriyle ölümünden sonra (özellikle darbeden darbeye) devletin, belediyelerin ve özel kurumların diktirdiği heykellerine toplam kaç lira harcandığı konusunda bir araştırma yapılırsa, sanırım çok ilginç rakamlara ulaşılabilir.

Sıhhat derecesini bilmiyorum, ama bir internet sitesinde, her 800 kişiye bir Atatürk heykeli düştüğünü okudum.

PEPUG.com’un haberine göre ise (21 Eylül 2014 Pazar) Türkiye, dünya sıralamasında büst sahibi ülkeler arasında birinci sırada yer alıyor.

“Türkiye’de 67 bin okul, 1.220 hastane, 6.500 sağlık ocağı, 100 cemevi olduğu düşünüldüğünde, sadece küçük büst sayısı oldukça fazla. Bunlara meydanlardaki, özel kurumlardaki büst ve heykeller dâhil değil elbette. Her bir büstün maliyetinin 5000 TL. olduğu gerçeği ise ülke ekonomisinin neden bu halde olduğunu açıklıyor. Araştırmacıların ve anket şirketlerinin verilerinin sonucu ise korkunç…”

Site, heykel ve büstlere harcanan miktarla neler yapılabileceğini de hesaplamış.

5 havaalanı; 2.000 km. asfalt yol; 3 adet yolcu uçağı; 450 tam teşekküllü hastane; 200 fabrika; 20 üniversite; 500 okul yapılabilirmiş!

Bir haber de 12.09.2009 tarihli Vatan gazetesinden: “İzmir Buca’da 42 metrelik boyuyla Türkiye’nin en büyük dünyanın ise 10’uncu büyük rölyef projesi 3 yılda tamamlandı”…

“… açılışı ertelenen Atatürk maskı dün CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin ve Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun da katıldığı törenle açıldı. 4. 2 milyon TL’lik fiyatıyla bazı tartışmalar yaratan, eski Başkan Cemil Şeboy ve proje ekibinin yargılanmasına yol açan maskın açılışı, 10’uncu Yıl Marşı eşliğinde yapıldı. Açılışta konuşan CHP’li yeni Başkan, ‘Ben olsam yaptırmazdım, 4 milyon TL’yi okul, yurt yapımına harcardım” dedi (“Vay irticacı vaaay!..” diyelim mi? Ama diyemeyiz: Çünkü CHP’li)…

“Tören öncesi ve sırasında lazer gösterileri geceye renk katarken 8 dakika boyunca havai fişek gösterisi yapıldı. Mask, 42 metrelik boyuyla Brezilya Rio de Janeiro’da bulunan 38 metre yüksekliğindeki Hz. İsa heykelinden de yüksek…

“Buca Çaldıran Mahallesi’nde çevre yolu güzergâhına bakan kayalıklarda 3 yıl önce yapım çalışmalarına başlanan mask için önce bölgede zemin etüdü ile statik çelik projeleri yapıldı. İnşaatında 450 tondan fazla çelik taşıyıcı kullanılan mask, 3 kat püskürtme beton atılarak tamamlandı. Heykeltraş Harun Atalayman’ın yaptığı mask çalışmalarında, başta Dokuz Eylül Üniversitesi olmak üzere 25 farklı üniversitelerden danışmanlık hizmeti alındı.”

Kaça mal olursa olsun, onu seyretmek Başöğretmenimin çok hoşuna giderdi herhalde.

http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/kisi-basina-kac-ataturk-heykeli-dusuyor-9655.html




Bugün Ak Saray'a harcanan parayla kafayı bozanlar! 750 bin metrekarelik bir alanı kaplayan Mustafa Kamal'ın yattığı Anıtkabir'e 2. dünya savaşı ve soğuk savaş yıllarında millet açlıktan kırıkken, vatandaş çarıkla gezerken 40 milyon türk lirası harcanmasına, hiç muhalefet oldunuz mu?

Türkiye de her 1000 m2 ye bir Mustafa Kamal büstü düşer. Madem bu ülkenin parasının harcanmasına razı değilsiniz bunların maliyetini hiç sorguladınız mı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Anıtkabir için hazırlıklara 1941’de başlandığını, yapının ancak 1953’te tamamlanabildiğini söyledi. Erdoğan, "Cumhurbaşkanlığı Sarayı ise projeyle birlikte iki yılı bile bulmadı. Meclis ve Anıtkabir projeleri inşa edildikleri dönemde ülkemizin bütçesini sarsmıştır. Oysa bugün Türkiye bunun gibi onlarca, yüzlerce projeyi aynı anda bitirip, inşa edip halkın hizmetine ulaşacak seviyededir" diye konuştu.

PARAYI HARCAYAN BİZİZ

Böyle anlattıkları gibi falan de değil yani. Dün baktım bir tanesi ana muhalefetten diyor ki, 5-6 milyar dolara mal oldu diyor. Yahu parayı harcayan biziz. Nereden çıkarıyorlar böyle rakamlar anlamak mümkün değil. herhalde İngiltere’deki sarayın restorasyonu yapılacak, 5 milyar dolara mal olacakmış. Belki ortaya takıntı yapmış olabilir. Ama bunu bilmesi lazım. Her şeyi bunların kayıttadır. Biz burayı proje hariç 18 ayda bitirdik.

Anıtkabir 1944 bütçesinin 20'de biri. (1/20) Cumhurbaşkanlığı sarayı 2013 bütçesinin 310'da biri. (1/310) Yani Anıtkabir Cumhurbaşkanlığı sarayından 15,5 kat daha pahalı.




Anıtkabir Mason Tapınağının ürünü-mü?

Atatürk için yaptırılan Anıtkabir’e model olarak ABD-Washington’daki Mason tapınağı neden örnek alındı?

Atatürk’ün cenaze namazına katılımı gösteren bir kare fotoğraf veya filmin olmaması nasıl açıklanabilir?

Anıtkabir’de Mısır firavunlar tapınaklarında görülen kabartma rölyef anlayışı neden yerleştirildi?

Anıtkabir’deki Arslanlı yol heykelleri masonlardaki “Lions” felsefesinin ürünü değil midir? Anıtkabir yapılmadan önce rasat istasyonu bulunması dolayısıyla Anıttepe’nin ismi Rasattepe idi. 906 rakımlı bu tepede, MÖ. 12. yüzyılda Anadolu’da devlet kuran Frig uygarlığına ait tümülüsler (mezar yapıları) bulunmaktaydı. 


Anıtkabir’in Rasattepe’de yapılmasına karar verildikten sonra bu tümülüslerin kaldırılması için arkeolojik kazılar yapıldı. Bu tümülüslerden çıkarılan eserler, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir.Proje ve İnşaat Anıtkabir’in yerinin seçilmesi için görevlendirilen komisyon 1 Mart 1941 tarihinde uluslararası bir yarışma açtı. Yarışmaya, Türkiye, Almanya, İtalya, Avusturya, İsviçre, Fransa ve Çekoslovakya’dan toplam 47 proje katıldı. Bu projelerden 3 tanesi komisyon tarafından ödüle layık görüldü. Milli konuyu daha başarılı ifade etmesi ve projenin araziye uygunluğu nedeniyle, Prof. Dr. Emin Onat ve Doç. Dr. Ahmet Orhan Arda‘nın projesinin uygulanmasına karar verildi. Emin Onat Anıtkabir projesinin belirlenmesinden sonra, ilk aşamada kamulaştırılma çalışmaları yapıldı ve 9 Ekim 1944 tarihinde yapıma başlandı. Anıtkabir’in inşası 9 yıllık bir sürede 4 aşamalı olarak 1953 yılında tamamlandı. Birinci Kısım İnşaat: 1944-1945Toprak seviyesi ve aslanlı yolun istinat duvarının yapılmasını kapsayan birinci kısım inşaata 9 Ekim 1944 tarihinde başlanmış ve inşaat 1945 yılında tamamlanmıştır. İkinci Kısım İnşaat: 

1945-1950Mozole ve tören meydanını çevreleyen yardımcı binaların yapılmasını kapsayan ikinci kısım inşaat 29 Eylül 1945 tarihinde başlamış, 8 Ağustos 1950 tarihinde tamamlanmıştır. Bu aşamada inşaatın kâgir ve betonarme yapı sistemine göre, temel basıncının azaltılması göz önünde tutularak, anıt kütlesinin ‘temel projesinin’ hazırlanması kararlaştırılmıştır. 1947 yılı sonuna kadar mozolenin temel kazısı ve izolasyonu tamamlanmış ve her türlü çöküntüleri engelleyecek olan 11 metre yüksekliğinde betonarme temel sisteminin demir montajı bitirilme aşamasına gelmiştir. Giriş kuleleri ile yol düzeninin önemli bir kısmı, fidanlık tesisi, ağaçlandırma çalışmaları ve arazinin sulama sisteminin büyük bir bölümü tamamlanmıştır. Üçüncü Kısım İnşaat: 1950Anıtkabir üçüncü kısım inşaatı, anıta çıkan yollar, aslanlı yol, tören meydanı ve mozole üst döşemesinin taş kaplaması, merdiven basamaklarının yapılması, lâhit taşının yerine konması ve tesisat işlerinden oluşmuştur.Dördüncü Kısım İnşaat: 1950-1953 Anıtkabir’in 4. kısım inşaatı ise şeref holü döşemesi, tonozlar alt döşemeleri ve şeref holü çevresi taş profilleri ile saçak süslemelerinin yapılmasını kapsıyordu. 

Dördüncü kısım inşaat 20 Kasım 1950 tarihinde başlamış ve 1 Eylül 1953 tarihinde bitirilmiştir.10 Kasım1953 tarihinde, Atatürk’ün naaşı 1938 yılından beri, 15 yıl süre ile muhafaza edildiği geçici kabri olan Ankara Etnografya Müzesi’nden alınarak büyük bir tören ile Anıtkabir’e defnedildi. Mimari Özellikleri: Anıtkabir Projesi’nde mozolenin kolonat üstünde yükselen tonoz bir bölüm bulunmaktaydı. 4 Aralık 1951 tarihinde hükümet, projenin mimarlarına Şeref Holü’nün 28 metrelik yüksekliğinin azaltılması ile yapının daha çabuk bitirilmesinin mümkün olup olmadığını sordu. Mimarlar yaptıkları çalışmalar sonucu Şeref Holü’nü taş bir tonoz yerine, betonarme bir tavan ile örtmenin mümkün olduğunu bildirdiler. Böylece tonoz yapının zemine vereceği ağırlık ve bunun doğuracağı teknik sıkıntılar da ortadan kalkıyordu. 

Anıtkabir’in yapımında, beton üzerine dış kaplama malzemesi olarak kolay işlenebilen gözenekli, çeşitli renklerde traverten, mozole içi kaplamalarında ise mermer kullanılmıştır. Heykel grupları, aslan heykelleri ve mozole kolonlarında kullanılan beyaz travertenler Kayseri Pınarbaşı ilçesi’nden, kulenin iç duvarlarında kullanılan beyaz travertenler ise Polatlı ve Malıköy’den getirilmiştir. Kayseri Boğazköprü mevkiinden getirilen siyah ve kırmızı travertenler tören meydanı ve kulelerin zemin döşemelerinde, Çankırı Eskipazar’dan getirilen sarı travertenler zafer kabartmaları, şeref holü dış, duvarları ve tören meydanını çevreleyen kolonların yapımında kullanılmıştır.Heykel grupları, aslan heykelleri ve mozole kolonlarında kullanılan beyaz travertenler Kayseri Pınarbaşı ilçesi’nden, kulenin iç duvarlarında kullanılan beyaz travertenler ise Polatlı ve Malıköy’den getirilmiştir. Kayseri Boğazköprü mevkiinden getirilen siyah ve kırmızı travertenler tören meydanı ve kulelerin zemin döşemelerinde, Çankırı Eskipazar’dan getirilen sarı travertenler zafer kabartmaları, şeref holü dış, duvarları ve tören meydanını çevreleyen kolonların yapımında kullanılmıştır. 

Şeref holünün zemininde kullanılan krem, kırmızı ve siyah mermerler Çanakkale, Hatay ve Adana’dan, şeref holü iç yan duvarlarında kullanılan kaplan postu Afyon’dan, yeşil renk mermer Bilecik’ten getirilmiştir. 40 ton ağırlığındaki yekpare lâhit taşı Osmaniye’den, lahitin yan duvarlarını kaplayan beyaz mermer ise Afyon’dan getirilmiştir. Anıtkabir’in genel mimarisi Türk mimarlığında 1940-1950 yılları arasındaki “II. Ulusal Mimarlık Dönemi” olarak adlandırılan dönemin özelliklerini yansıtır. 

Bu dönemde daha çok anıtsal yönü ağır basan, simetriye önem veren, kesme taş malzemenin kullanıldığı binalar yapılmıştır, Anıtkabir de bu özelliklere uymaktadır. İlk projede mozole iki katlı olara tasarlanmış, ancak ekonomik nedenlerle ikinci katın yapımından vazgeçilmiştir. 

Bu dönem özellikleri ile birlikte Anıtkabir’de Selçuklu ve Osmanlı mimari özelliklerine ve süsleme öğelerine sıkça rastlanır, örneğin dış cephelerde, duvarların çatı ile birleştiği yerde kuleleri dört yandan saran Selçuklu taş işçiliğinde testere dişi olarak adlandırılan bordür bulunmaktadır. Ayrıca Anıtkabir’in bazı yerlerinde (Mehmetçik Kulesi, Müze Müdürlüğü) kullanılan çarkıfelek ve rozet denilen taş süslemeler Selçuklu ve Osmanlı sanatında da göze çarpmaktadır.” BUNDAN SONRASI Anıtkabir ile ilgili Wikipedia Ansiklopedisinde yer alan bilgiler böyle olsa da Anıtkabir’in görüntüsüne dikkatle bakanlar, farklılıkları, yapılış amaçlarını kısa sürede görebilirler. 

Atatürk’ün ölümünü 10 Kasım 1930’i izleyen günlerde örneğin 11 Kasım 1938 günü henüz cenazesi Dolmabahçe Sarayı salonundaki katafalkta iken “darbe sonucu” İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçildi. 

18 kasım 1938 günü giz bir el’in talimatı ile Dolmabahce Sarayındaki Atatürk heykelinin vidaları söküldü, yerinden alındı ve heykel bir hurdacının deposunda parçalandı. 19 kasım günü cenaze namazının kılınması olayı perde arkasında yaşanan sert tartışmalardan sonra yerine getirildi. Cenaze yerinden alındı, bir odaya götürüldü. Kapılar kapatıldı. 

Şemsettin Günaltay tarafından Türkçe dualar okunarak kılınmış oldu. Gizli bir el “Cenaze namazının fotoğrafının fotoğrafının ve filminin çekilmesine” yasak koymuştu. Namazı kılanların kimler olduğunun bilinmesi istenmiyordu. En azından cenaze namazında Cumhurbaşkanı İnönü ve Başbakan Celal Bayar yoktu. 

Aslında Atatürk’ün cenaze namazının kılınması istenmiyordu. Gerekçesi ise hazırdı: Atatürk’ü laiklik anlayışı gereği dini törenin yapılmasını istemeyenler hükümette görev yapıyordu. Cenaze namazı, İstanbul’daki camilerden birisinde neden kılınmamıştı? 

Çünkü bırakınız camide namaz kılınmasını, 1935 yılında çıkarılan Vakıflar yasası çerçevesinde Anadolu’nun her yerinde camiler satılıyor, yıkılıyor yok ediliyordu. En basit uygulamayla Türklerin 1000 yılı aşkın İslam inancı gereği tabutun üzerine ya Türk bayrağı örtülür veya kurandan alınma ölümle ilgili “Külli nefsin zaikatül mevt” (Her nefis ölümü tadacaktır ve devamında da toprak olacaktır) sözleri yazan ayet metni bulunurdu.

Daha açık konuşmak gerekirse Atatürk öldüğünde Celal Bayar ve daha İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Başbakanlar ve Hükümet üyelerinin büyük kısmı mason locasına kayıtlı idi. Ünlü Dr. Refik Saydam (Başbakanlık da yaptı), Milli Eğitim Bakanı Hasan ali Yücel gibi. 

Anıtkabir için örnek alınan mimari yapı Bodrum’daki eski Yunanlılar zamanında inşa edilen kral MOUSELES’in mezarı idi, ki kısaca “Mozole” olarak da isimlendiriliyordu. (Cezmi Yurtsever, Şifre Kitabı)

http://www.yalanyazantarihutansin.org/kitaplardan-alintilar/anitkabir-mason-tapinaginin-urunumu-h6442.html

Atatürk ‘vekil maaşları öğretmen maaşlarını geçmesin’ dedi yalanı





*


Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız





M. Kemal Atatürk’ün milletvekilliği rozeti !! Rozetin alt kısmı “altın”, üst kısmı kırmızı minelidir. Mine üzerine “altından” ayyıldız motifi ve “T.C.”, “T.B.M.M.” harfleri işlenmiştir.[1] O dönem Öğretmen rozetleri, şayet varsa; “tahta”dan “keriz” motifli olsa gerek.


***


Yalan üstüne yalan… Milleti sloganlarla aldatıyorlar.


Iddia şöyle:


“Paşam vekil maaşlarını düzenleyeceğiz ne kadar verelim?” Mustafa Kemal Atatürk: “Öğretmen maaşlarını geçmesin.”


***


Milletvekili Maaşları


Nasıl da nefsi okşuyor değil mi? Karizmatik, eğitime önem veren aydın bir adam portresi ile karşı karşıyayız. Bakalım gerçekten öyle mi?


Tabiki bu söz yalandır çünkü o dönem, Meclis’in iç hukuku, ihtiyaçları, donanımı, ödenekleri kapsamında verilen 33 kanun teklifinden 22’sinin doğrudan Meclis ve “milletvekilerinin ödenekleri” ile ilgili olduğu Meclis tutanaklarında görülmektedir. TBMM’ye ödenek verilmesine dair 339 Sayılı Kanun, ilginç bir şekilde “müzakere yapılmadan” çıkarılmış ve Kanunla, Meclis’e 682.400 lira ek ödenek aktarılmıştır.[2]


Bilindiği gibi M. Kemal Atatürk birinci Meclis’e darbe yapmıştı… Ardından kendi seçtiği vekillerden oluşan ikinci Meclis göreve başladıktan kısa bir süre sonra ne yaptı biliyor musunuz? 23 Şubat 1924 tarih ve 421 Sayılı Kanun ile 2.400 lira olan yıllık ödenekleri 3.600 liraya yükseltti.[3]


Yetmedi !!


M. Kemal Atatürk’ün Meclis’i, 15 Mayıs 1930 tarihinde 1613 Sayılı “Büyük Millet Meclis Azasının Tahsisat (Ödenek) ve Harcırahları Hakkında”ki Kanunu kabul ederek, milletvekilleriyle ilgili düzenlemeleri tekrar ele almıştır. Bu Kanunla milletvekillerinin yıllık ücretleri “6000 liraya” çıkarılmıştır.[4]





[4] no’lu dipnot ile ilgili… Milletvekillerinin yıllık ücretlerini 6.000 liraya çıkaran 21 Mayıs 1930 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanan 1613 Sayılı Kanun. (KAYNAK: Resmî Gazete, 21 Mayıs 1930, sayı 1499.)


***


Yetmedi !!


Aynı Kanunla milletvekillerine ve ailelerine her seçim dönemleri için 125 lira azimet ve avdet harcırahı (gidiş-geliş harcırahı) verilmesi kararlaştırılmıştır.[5]


1924’te bir Reşat altının fiyatı 5.3 lira idi. Memur maaşının 2.5 katından fazla tutarındaki aylık ödenekleri katmazsanız sadece yıllık maaşla 680 Reşat altını alınabiliyordu. Yani bugünkü rakamla 435 bin 200 lira.


***


M. Kemal Atatürk’ün Maaşı


M. Kemal Atatürk’ün maaşına hiç girmeyelim isterseniz, çünkü kemalistlerin; “anti kemalist” olma ihtimali yükselir. Bizim yazmamız halinde kemalistler zaten inanmayacaklardır. Bu yüzden sadece Atatürkçü Can Dündar’ın bu konuda yazdıklarını aynen alıntılıyoruz:


“2000’de bir belgesel çalışması için Türkiye İş Bankası arşivine girmiştim. Bankanın Ankara Etlik’teki arşivinde Atatürk’ün cumhuriyetin ilk döneminde kullandığı hesap defterini bulmuştuk.


“2” no’lu bu hesap cüzdanında Ata’nın hesap dökümü vardı.


Köşk’teki ilk maaşı 5 bin lira idi…


Cumhurbaşkanı ayrıca 7 bin lira da “fevkalade tahsisat” alıyordu. Toplam maaşı 12 bin lirayı buluyordu.


1927’de çıkarılan bir kanunla bu maaşa 2 bin 480 lira “pahalılık zammı” yapıldı. Böylece maaş 15 bin liraya yaklaştı.”[6]


15 BIN LIRA !!!


*


***


M. Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanı iken aldığı ma­aş ve öteki Cumhurbaşkanlarının aldıkları maaşlar ve 1989 yılında Cumhuriyet altınına göre değerleri… Arada uçurum var.(KAYNAK: Nokta Dergisi, 19 Kasım 1989.) M. Kemal’in mal varlığı hakkında tafsilat için şu yazımıza bakılabilir: http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/03/m-kemal-ataturkun-mal-varligi-serveti-genis-kapsamli/


***


19 Kasım 1989 tarihli Nokta dergisinde CHP Genel Başkanı ve Birinci Cumhurbaşkanı M. Kemal’in ne kadar maaş aldığı yayınlandı. Dergiye göre, Birinci Cumhurbaşkanının 1928 yılında eline geçen net maaş 14 bin lira imiş. Dergi bunu 1989’un parasına çevirmiş. Şöyle ki:


1928 yılında bir cumhuriyet altını 5 liraymış. Reisicumhur maaşıyla tam 2800 altın alınabiliyormuş. Bu da Kasım 1989 fiyatlarıyla 537 milyon lira etmektedir. Evet, Birinci Cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk ayda 537 milyon lira alıyormuş.


Bu rakam, hem Türkiye için, hem de dünyadaki cumhurbaşkanları için bir “maaş rekoru”dur. M. Kemal günümüzün Amerika, Fransa, Almanya gibi zengin ülkelerin Devlet Başkanları, yahut Cumhurbaşkanlarından kat be kat fazla maaş almaktadır.


***


Gelelim Öğretmen Maaşlarına…


M. Kemal’in “güya” çok değer verdiği öğretmenlere 1923 yılı içerisinde bazı bölgelerde maaşları dahi verilmemiştir… Örneğin Antalya ve Kayseri’de.


Kayseri Milletvekili Ahmed Hilmi Bey öğretmenlerin maaşlarının hamiyetli tüccarların bir araya gelerek topladığı 2.000 liradan ödendiğini iddia etmiştir.[7] Bu görüşe katılan Mazhar Müfid Bey mealen; “…Kayseri öğretmenleri bankaya müracaat ettikleri vakit bankanın kapısına bir kağıt yapıştırıyorlar: ‘Burada öğretmenlerin parası yoktur, müracaat etmeyiniz.’ Deniyor. Özetle öğretmenlerin maaşları verilmiyor” sözleriyle, bu durumu doğrulamıştır.[8]


25 Temmuz 1931 yılında kabul edilen 1880 Sayılı Kanunun birinci Maddesine göre öğretmen maaşlarının “en fazla” 150 lira olduğu görülüyor.[9] Bazı öğretmenler 90 lira maaş alıyordu. (Öğretmen maaşları derece ve kademeye göre değiştiği için net rakamlar veremiyoruz. Biz en iyimser rakamı verdik.)


M. Kemal’in “Hâkimiyet-i Milliye” isimli gazetesinin 27 Haziran 1929 tarihli haberine bakalım: “1929 yılı itibariyle bir ilk mektep öğretmeni vazifesine 1.500 kuruşla başlıyor.”[10] Yani, Vekillerin yıllık ücretleri 6000 lira, Öğretmen maaşları ise azami 150 lira.


M. Kemal Atatürk döneminde bırakın öğretmenleri, koskoca Maarif, yani Eğitim Müdürleri bile 40 lira maaş alabiliyorlardı.[11]


*





[11] no’lu dipnot ile ilgili… Maarif, yani Eğitim Müdürlerinin 40 lira maaş aldıklarına dair Resmî Gazete’de yayınlanan “M. Kemal” imzalı birkaç kararname. (KAYNAK: Resmî Gazete, 7 Kânunisani [Ocak] 1929, sayı 1086.)


***


Yabancı Uzmanların Raporları


Nitekim Türkiye’ye gelen yabancı uzmanlar, öğretmenlerin maaşlarının çok az olduğunu raporlarında belirtmişlerdir. Bu raporlardan birkaç tanesinin ilgili bölümlerine bakalım…


1 – ALFRED KÜHNE: Mesleki Terbiyenin Inkişafına (Mesleki Eğitimin Gelişimine) Dair Rapor


Alman Dr. Kühne, 1925 yılında Türkiye’ye gelmiştir.[12]


Dr. Kühne raporunda öğretmen maaşlarının az olmasını “büyük bir tehlike” olarak görmüş ve yaşam koşulları ile öğretmen ücretleri arasında denge kurulmasını önermiştir.[13]


Dr. Kühne’nin raporunda devamla şöyle denilmektedir:


“Yıllarca tahsil gören öğretmen bir çıraktan dahi daha az para kazanıyor. Öğretmenlerin kendilerini gereği gibi mesleklerine verebilmeleri maaşlarının arttırılması ile gerçekleştirilebilir.[14]


***


2 – BERYL PARKER: Türkiye’de Ilk Tahsil Hakkında Rapor


*





Beryl Parker’in raporu Maarif Vekilliği (Eğitim Bakanlığı) tarafından basıldı…


***





Raporun 36. sayfası…


***


Amerikalı eğitimci Prof. Dr. B. Parker’in 1934 yılında hazırlanan raporu, 1939 yılında I. Milli Eğitim Şurası dokümanı olarak Bakanlıkça yayınlanmıştır.[15]


Raporun yukarıda gördüğünüz 36. sayfasında şunlar yazmaktadır:


“Muallimlerin meharetleri, müfit oluşlarını muhakeme ederken bazan gayrimuntazam (düzensiz) olarak verilen az maaşlarını, bilhassa köylerde iyi yaşamak şeraitini (şartlarını) haiz mahalli bulmak güçlüğünü nazarı dikkate almak lazımdır. Muallimlerin çoğunun sıhhati, vazifelerine muntazaman devamlarını temin edecek derecede müstakar değildir…”[16]


***


3 – JOHN DEWEY: Türkiye Maarifi Hakkında Rapor


*





John Dewey’in 30 sayfalık raporunun kapağı… Bu rapor Maarif Vekilliği (Eğitim Bakanlığı) tarafından basıldı…


***





Raporun 16. sayfasında aşağıdaki ifadeler geçiyor…


***


John Dewey maaş hususunda şunları yazıyor:


“Açıkçası, Türkiye, pek çok muallim, binaenaleyh muallim mektebi ihtiyacında iken bir çok değerli erkeklerle kadınların mekteplere muallim olarak cezbi temin edilmedikçe yeniden mektep açmakta faide yoktur. Muallimleri aç bırakacak maaşlarla da onları mektebe cezbetmek imkansızdır. Diğer bir zarar da şudur ki mesleklerine en merbut muallimler bile bugün bütün fikirlerini ve kalplerini kendi tedris vazifelerine veremiyorlar. Kendi ailelerini geçindirmek ve borçlarını ödemekle okadar meşguldurlar ki terbiye mesailine karşı alaka duymak ve kendi mesleki seviyelerini yükseltmek gibi meseleler bizzarure ikinci derecede kalıyor.”[17]


***


4 – Amerikan Heyeti Raporundan: Maarif Işleri


*





Amerikan Heyeti raporunun kapağı… Bu rapor Maarif Vekilliği (Eğitim Bakanlığı) tarafından basıldı…


***





Raporun 16. sayfası…


***


Amerikan Heyeti raporunda, öğretmen maaşlarının son derece az olduğu ve bu yüzden aylık çıkarılacak olan bir derginin öğretmenlere ücretsiz dağıtılması gerektiği şu sözlerle ifade ediliyor:


“Muallim maaşları son derece az olduğu için, mecmua, Vekalet tarafından parasız dağıtılmalıdır.”[18]


***


1930’larda Öğretmenlerin Şikayetleri


Görüldüğü gibi, öğretmenler temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanmakta, kitap-dergi gibi edebi, mesleki gelişimlerini sağlayacak yayınları edinememekte, borç harç içinde yaşamaktadırlar.[19]


Öğretmenlerin maaşları azdır. Terfilerine ilişkin karışıklığın yol açtığı ekonomik kayıplarla beraber, ilk ve orta tedrisat öğretmenleri arasında büyük maaş uçurumları bulunmaktadır.[20] Üstelik Il Özel Idareleri’nce ödenen maaşları sık sık gecikmekte, bu da öğretmenleri zor duruma sokmaktadır. Muallimler Mecmuası’ndan öğrendiğimize göre 1931’de Istanbul’da ilk mektep öğretmenleri arasında 225 veremli tespit edilmiştir.[21] Ayrıca “umumi zafiyetler dolayısıyla sık sık muallimleri hasta olmayan hemen hemen bir tek mektep yok gibidir”. 1935’te Istanbul’da 1757 ilk mektep muallimi olduğu düşünülürse bu tespitin hiç de abartma olmadığı ortadadır.


1935’te Muallimler Mecmuası’nda çıkan bir yazı öğretmenlerin içinde bulundukları ekonomik koşulların kendilerinden beklenen toplumsal ve kültürel öncülük misyonunu ne derece olanaklı kıldığına dikkat çekmesi açısından önemlidir:


“Muallim maaş alamaz. Maaşını muntazam almayan muallim muntazam yaşayamaz, neşeli olamaz, vazifesine istenildiği kadar bağlı kalamaz. Halbuki muallim yalnız okuyan ve söyleyen, okutan ve dinleyen bir adam değil, aynı zamanda nasıl yaşanması lâzım geldiğini göstermekle mükellef bir örnektir.”[22]


Yine başka bir öğretmen şöyle sormaktadır: “ Bugün meslekte ekseriyeti 42-46 lira alan muallimler teşkil ediyor. Bu para muallimin eline geçen paradır. 42 lira ile ev kirası veren, karnını doyuran, hatta annesine, kardeşlerine bakmak mecburiyetinde olan muallimler vardır. Aynı zamanda, temiz giyinmek zaruretinde olan muallim elbise için ne kadar ayırabilir? Hangi kitabı okuyabilir? Hangi mecmuayı takip edebilir?”[23] Içinde bulundukları kötü ekonomik koşullar dolayısıyla pek çok öğretmenin emekliliklerini beklemeden istifa ettiklerini, pek çoğunun da başka memuriyetlere başvurduklarını biliyoruz.


CHP’nin Tek Parti yönetimi boyunca, öğretmenlere maddi bir tatmin sağlanmadığı gibi, siyasal bakımdan da çeşitli baskılar yapılmıştır.[24] Özellikle, 1932’de M. Kemal Atatürk’ün emriyle Halk Evleri kurulduktan sonra, binlerce öğretmen bu örgütlere kaydolarak etkin bir rol oynamaya zorlanmışlardır.[25]


Yazımızı, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nden alınan bir belgeyle sonlandıralım. Maarif Vekaletinin (Eğitim Bakanlığı), Cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk’ün Başbakanı olan Ismet Inönü’ye gönderdiği bir raporu dikkatlerinize arz ediyoruz… Söz konusu raporda, öğretmenlere maaş verilemediği açıkça bildirilmektedir.[26]


Işte o belge:





[26] no’lu dipnotta bahsi geçen belge…


***


Daha fazla söze gerek yok sanırım… Ancak şunun bilinmesi gerekir ki, Kemalist sistem bu yalanlarla kendine müşteri buluyor. Aldanmayın, kendinizi enayi yerine koydurtmayın.


.


**********


.


KAYNAKLAR:


[1] Anıtkabir Atatürk Müzesi Kataloğu, Anıtkabir Komutanlığı 1994, Env. No. : 964/1527. ISBN: 975-95835-0-X.


[2] TBMM Z.C., Dönem: 2, C. 1, sayfa 98,99. (Meclis tutanakları)


[3] TBMM Z.C., Dönem: 2, C. 6, sayfa 204. (Meclis tutanakları)


[4] Düstur, Üçüncü Tertip, C. 11, Başvekalet Matbaası, Ankara, 1930, sayfa 397. (Kanun)


[5] Düstur, Üçüncü Tertip, C. 11, Başvekalet Matbaası, Ankara, 1930, sayfa 397.


[6] Can Dündar, Milliyet gazetesi, 22 Ekim 2006.


Ayrıca bakınız;


– Hasan Rıza Soyak (M. Kemal Atatürk’ün Genel Sekreteri), Atatürk’ten Hatıralar, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, Istanbul 1973, cild 2, sayfa 691.


– Nokta Dergisi, 19 Kasım 1989.


[7] TBMM Z.C., Dönem: 2, C. 3, sayfa 349. (Meclis tutanakları)


[8] TBMM Z.C., Dönem: 2, C. 3, sayfa 349-351. (Meclis tutanakları)


[9] Resmî Gazete’de yayınlandı: 03.08.1931, Sayı: 1863.


[10] “Maarif”, Hâkimiyet-i Milliye, 27 Haziran 1929, sayfa 8.


[11] Resmî Gazete, 7 Kânunisani [Ocak] 1929, sayı 1086.


[12] Ülker Akkutay, Milli Eğitimde Yabancı Uzman Raporları – Atatürk Dönemi, Avni Akyol Kültür ve Eğitim Vakfı, Ankara, 1996, sayfa 33.


[13] Ismail Aydın, Dünden Bugüne Öğretmenler (1965-2005), Eğitim Sen Yayınları Araştırma Dizisi 2, Volkan Matbaacılık, Ankara, 1999.


[14] Ilhan Başgöz, Türkiye’nin Egitim Çıkmazı ve Atatürk, Pan Yayıncılık, Istanbul, 2005, sayfa 134,135.


[15] Cavit Binbaşıoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Bilimleri, Tekışık Yayıncılık, Ankara, 1999, sayfa 161.


Ayrıca bakınız; Mustafa Şahin, Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme Uygulamalarında Yabancı Uzmanların Yeri, Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk Ilkeleri ve Inkılâp Tarihi Enstitüsü, Izmir, 1996, sayfa 108.


[16] Rapor için bakınız; Beryl Parker, Türkiye’de Ilk Tahsil Hakkında Rapor, Maarif Vekilliği Devlet Basımevi, Istanbul 1939, sayfa 36.


[17] John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor, Maarif Vekilliği (Eğitim Bakanlığı) Devlet Basımevi, Istanbul 1939, sayfa 16.


[18] Amerikan Heyeti Raporundan: Maarif Işleri, Maarif Vekilliği (Eğitim Bakanlığı) Devlet Basımevi, Istanbul 1939, sayfa 16.


Inceleme yapan heyetin üyeleri şunlardır:


Walker D. Hines, Brehon Somervell, O. F. Gardner, Edwin Walter Kemmerer, C. R. Whittlesey, W. L. Wright Jr, Bongt Wadsted, Goldthwaite H. Dorr, H. Alexsandre Smith ve Vaso Trivanovith.


[19] “Dilekler ve Şikayetler,” Muallimler Mecmuası, cild 8, no.3 (1930), sayfa 206, 207.


Ayrıca bakınız; “Yasa Geciktirilemez,” Muallim Sesi, cild 5, no.10, (1935), sayfa 21.


[20] “CHP Kurultayından Beklediklerimiz,” Muallim Sesi, cild 5, no.17 (1935), sayfa 129, 130.


[21] “Tekaütlük ve Hasta Muallimler,” Muallimler Mecmuası, cild 10, no.28-30 (1933), sayfa 292.


[22] M. Ş. Erkson, Muallimler Mecmuası, cild 12, no.38-39 (1935), sayfa 189.


[23] F. Osman, “Muallimlerin Mesken Bedelleri,” Muallimler Mecmuası, cild 12, no.38-39 (1935), sayfa 208.


[24] Bazı ilginç örnekler için bakınız; Yahya Akyüz, Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri, Doğan Basımevi, Ankara 1978, sayfa 233.


[25] Yahya Akyüz, Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri, Doğan Basımevi, Ankara 1978, sayfa 270 – 271.


[26] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030.10 (Muamelat Kataloğu), Kl.: 142, Dosya: 17, Belge: 1.


.


**********


.


Kadir Çandarlıoğlu


.


**********


Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:


http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com

Atatürk'ün ilk kurduğu fabrika bira fabrikasıdır




Alkol kullanımına bağlı suçlar günümüzde giderek artan bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Trafik kazaları ve şiddet olaylarının ana sebebi olan ve Allahu Teala tarafından “şeytan işi bir pislik” ilan edilen alkolün ülkemizde ciddi bir sorun haline gelmesinde en büyük pay sahiplerinden birisi hiç şüphesiz, Ankara’da bira fabrikası kuran M. Kemal’dir. Rica ederim, alttaki fotoğrafa bakın… M. Kemal’in, çocukların yanında bira içmesi, hiç kimse kusura bakmasın; sorumsuzluktur, kötü örnektir.



M. Kemal Atatürk çocukların yanında içki içerken…***

Bazı demogoglar, biranın Osmanlı Devleti’nde de satıldığını, dolayısıyla M. Kemal’in farklı bir şey yapmadığını belirterek onu aklamaya çalışıyorlar. Oysa Osmanlı’daki bira fabrikasını devletin başındaki “Padişah” kurmamıştır. Eğer “Padişah” kurmuş olsaydı, bira fabrikası kuran “Cumhurbaşkanı M. Kemal” ile bir kıyaslama yapılabilirdi. Ancak Osmanlı Devleti’ndeki bira fabrikasını yabancı bir şirket kurmuştur. Dahası, o dönem içki içmek yalnız gayr-i müslimlere serbest, Müslümanlara ise yasaktı.[1] Kaldı ki, kemalistler birayı “halk içkisi” haline getirmek istediler.

“Devlet Ziraat Işletmeleri Kurumu” tarafından 1939 yılında Ankara’da yayınlanan “Atatürk Çiftlikleri” adlı kitapta şöyle yazmaktadır:

“Bir halk içkisi olan bira bizde Cumhuriyetten önce ancak kibarların ve ecnebilerin birkaç birahane, lokanta yahut bahçede içtikleri bir içki idi. Onun milli bir halk içkisi haline getirilmesi bahsine ancak Cumhuriyet devrinde dokunuldu. Ankara Orman çiftliği bu hususta büyük bir başarma kudreti göstermiştir. (..) Bugün hakikaten memlekette bira istihlaki (tüketimi) seri bir inkişaf temayülü arzetmektedir. Bu temayülün tabii bir neticesi olaraktır ki, 1934’de Orman çiftliğinde kurulmuş olan ilk bira fabrikası yeni ve daha büyük bir fabrika ile tevsi olunmuştur. Yakın yıllarda biranın memleketimizde en çok istihlak edilen bir içki haline geleceğini mübaleğasızca iddia etmek kabildir.(..)

Orman çiftliğinde bira fabrikası 1934’te tesis edilmişti. 1937’de yeni ve daha büyük bir fabrika ile eski fabrika tevsi edilmiş (genisletilmiş) oldu. (..)

Ilk birasını 1934 Teşrinievvelinde piyasaya veren birinci bira fabrikası, Malt, Bira, Buz, Gazoz, Soda fabrikalarını doldurma ambalaj şubelerini ihtiva etmektedir. Fabrikanın bira imal kudreti, senede 3.500 hektolitredir. Maamafih imalat icabında 5.000 hektolitreye de çıkabilir. (..)

1938 imalat programına göre, fabrika bir sene zarfında 850 ton Arpa, 5.700 kilo Hublon (Şerbetçi otu) sarfederek 25.000 hektolitre bira imal edecektir. Fabrikanın azami kapasitesi 70.000 hektolitre biradır.*

Adı geçen yayından alınan cetvel…

***



Adı geçen yayından alınan cetvel…***

Bira fabrikaları, Normal, Siyah, Salon, Salvator birası olmak üzere dört cins bira imal etmektedir. Yeni fabrikada ayrıca soda gazoz imal olunmaktadır. Bira sevkiyatı fıçı, ve şişelerle yapılır. Sevkiyat için hususi tanklar ve vagonlar getirtilmiştir. (..)

Cetvelden görüldüğü gibi, memleket dahilinde Ankara birasının satışları mühim şehirlerde tedricen artmaktadır. Bu vakıa, Ankara birasının piyasada gördüğü hüsnü kabulün bir ifadesidir. Bilhassa 1938 satışlarında ehemmiyetli teferrüler olmuştur. 1938 yılının ilk 7 ayının satışları şu rakamlarla ifade olunabilir:

*

Adı geçen yayından alınan cetvel…

***

Kemalist rejimin yayınından aynen aktardık[2]…

*



Reklama bakın: “Herkes Ankara Birası içiyor.” Üzerinde “Alkol zararlıdır” yazılması gerekirken, insanlar alkol içmeye teşvik ediliyor…

***



M. Kemal Atatürk’e ait bira fabrikasının reklamı…

***



***



Çocuklar bira içerken… Pes yani…

***

Tarihi hadiseleri çarpıtan bazı kimseler, M. Kemal’in, “besleyici değerinin” olduğu “düşünüldüğü” için çocuklara malt içirdiğini ve bu ürünlerin eczanelerin başköşelerinde yer aldığını yazar.

Halbuki eczanelerde bulunan bir şey onu meşru yapmaz. Eczanelerde zehir de bulunuyor ama aklı başında hiç kimse eczanede bulunuyor diye kalkıp da onu içmez. Bir ilaç bile bir kimse için faydalı olurken, bir başkası için zararlı olabiliyor. Eğer eczanelerde bulunuyorsa, reçete karşılığında ihtiyacı olanlara verilir. Ama sırf eczanede bulunuyor diye -ihtiyaç olup olmadığına bakmaksızın- çocukları bira parkına toplayıp içirmek bunun “sağlık” adına yapılmadığını gösteriyor. Kaldı ki “malt birası” başka, “malt içeceği” başkadır. Bunlar farklıdır. Birinde yüksek oranda alkol varken, diğerinde alkol oranı düşüktür. Çocukları beslemek için illa “alkollü” içeceklerin kullanılması diye bir mecburiyet olamaz. Bunun yerine alkolsüz, zararsız, doğal organik besinler kullanılabilir. Iddia edilenin aksine, dünyada malt birası çocuklara tavsiye edilmez. Üstelik bugün bile “alkolsüz” biralarda yüzde 0,5 oranında alkol bulunabiliyor. M. Kemal’in manevi kızı Ülkü, az aşağıya eklediğimiz videoda da görüleceği gibi bir mülakatta, “Atatürk bana malt içirdi” demedi; “Bira fabrikasında bira içirdi” dedi. Kaldı ki o dönem şarap reklamlarında bile şarabın “sıhhat ve kuvvet” verdiği yazıyordu.

Iddia edilenin aksine, çocukları bira parkına toplayıp içirmenin “sağlık” meselesi değil, bir “zihniyet” meselesi olduğunu M. Kemal’e yakın bir isim olan Asaf Ilbay’ın anlatıklarından anlıyoruz:

“Ankara’ya 20 kilometre mesafede demiryolu üstündeki Ahimesut çiftliğini satın alıp ismini de Etimesgut’a tahvil eden Gazi burada bir nümune köyü kurulmasını tensib buyurmuştu.

Bu köyün yapı çalışmaları ilerliyordu. Inşaat ilerleyince köyü birlikte tetkik etmek arzusunu gösterdiler.

Orman çiftliğinden otomobile bindik. Istasyondan gelmiş, köye doğru ilerliyorduk.

Gazi, seryaver Rusuhi beye:

– Ver o şeyleri…

Dedi.

Seryaver iki tane Panama şapkası uzattı. Gazi şapkaları aldı, birini kendi giydi, diğerini de benim başıma giydirip:

– Hafiftir, yazın serinlik verir ve güneşlik vazifesini de görür:

Sonra ilave etti:

– Bir gün bu çiftliklerin kadın, erkek çiftçilerinin tarlalarından döndükten sonra umumi banyoda temizlenerek, temiz keten elbiselerini ve beyaz hasır şapkalarını giymiş, mesela şuradaki birahanede aileleriyle, çocuklariyle oturduklarını görmek ne kadar hoş olur değil mi?[3]

***



“Şarap sıhhat ve kuvvet verir.” Sanki portakal suyu satıyorlar…

***



M. Kemal Atatürk’ün Bira Parkı

***

Ingiliz Edebiyatçısı kemalist Mina Urgan, “Bir Dinozorun Anıları” isimli hatıratında bir düğünde tanıştığı M. Kemal ile yaşadıklarını yazdı. O sırada 11 yaşında olan Mina Urgan,M. Kemal’in kendisine şampanya ikram ettiğini ve böylece ilk alkollü içkisini M. Kemal’in elinden içtiğini şu sözlerle anlatıyor:

“Derken orkestra bir vals çaldı. ‘Gel, seninle dans edelim’ dedi. Benim vals filan bildiğim yok. Bana öğretmek için, biraz çaba gösterdi; ama gene de beceremiyordum. ‘Sen bu işi yapamayacaksın’ diyeceğine, ‘ben senin için fazla ihtiyar bir kavalyeyim. Yaşına uygun genç bir kavalye bulalım sana’ dedi. Çevresini gözden geçirdi; on dört on beş yaşlarında bir oğlan buldu. Hızla boy attığı için pantolon paçalarıyla ceket kolları kısa kalmış, sivilceler içinde, en nankör yaştaydı zavallı oğlan. Ona dans etmesini bilmediğimi söyleyip, M. Kemal’in peşinden büfeye gittim. ‘Oğlanı pek beğenmedin galiba’ dedi ve bana bir kadeh şampanya verdi. Ilk alkollü içkimi M. Kemal’in elinden içtim böylece. Şampanya hoşuma gitmişti. Büfenin arkasındaki garsondan tam ikinci kadehi istiyordum ki, annemle üvey babam tepeme dikildi. Vaktin geç olduğunu, uyumam gerektiğini söyleyerek, beni oradan aldılar. Ankara Palas’ın kapıcılarından birine teslim edip, bir otomobile bindirdiler. Ama ben götürülmeden önce, M. Kemal o güzel elini kaldırmış, ‘seni Çankaya’da beklerim, unutma’ demişti.”[4]

*



Mina Urgan’ın o şoke edici sözlerinin yer aldığı hatıratın ilgili sayfası…

***

Ey Atatürkçüler! 11 yaşındaki bir çocuğa şampanya içiren birine nasıl ATA ve ÖNDER diyorsunuz?

Bu da bir şey mi…

M. Kemal’in manevi kızı Ülkü Adatepe, TRT ile yaptığı ve “Atatürk’ten Anılar” başlığıyla yayınlanan röportajında, M. Kemal’in kendisine 5 yaşındayken “bira içirdiğini” söylemektedir. 5 yaşındaki bir çocuğa bira içiren birine “Önder” denilebilir mi?

*



***

Söz konusu röportajın ilgili bölümünü buradan izleyebilirsiniz;

*

***

Hakikaten hayret etmemek mümkün değil… Müslüman halkın Cumhurbaşkanı, Müslümanların kitabı Kur’ân’da “şeytan işi bir pislik” olarak ilan edilen içkinin “fabrikasını” kuruyor ve Müslümanları da bu pisliği içmeye teşvik ediyor… Hadi dini bir yana bırakalım; Hangi “gavur” halkın “gavur” devlet başkanı bira fabrikası kururak halkını içmeye teşvik etmiş? Kaç kişi yapmış bunu? Herkes milletini uyandırmaya çalışırken, bizimki de uyutmaya çalışıyor. Maalesef buna rağmen birçok kemalist hala M. Kemal’i savunmanın derdinde. Insanın böyle bir şeyi savunabilmesi için aklını yitirmiş olması lazım… Sarhoşlarda da akıl olmaz zaten.

*

M. Kemal’in Bira fabrikası Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarında da görülmektedir. (KAYNAK: TBMM Zabıt Ceridesi, I: 75, cild 19, 12.06.1937, sayfa 267.) M. Kemal Atatürk’ün mal varlığı ile ilgili ayrıntılı bilgiye şu yazımızdan ulaşabilirsiniz:

http://belgelerlegercektarih.com/2012/07/03/m-kemal-ataturkun-mal-varligi-serveti-genis-kapsamli/

***

Yukarıda da görüldüğü üzere Bira Fabrikası M. Kemal’in şahsi mülküdür.

*

Bira fabrikasının yapımıyla alakalı bir kararname (devletten döviz talebi)…

***



M. Kemal’in Bira Fabrikası için yurtdışından ithal edilecek Bira şişelerine 100 kilosuna mevzu 18 lira olan Gümrük vergisinin 5,20 liraya indirileceğine dair “M. Kemal” imzalı kararname… Oh ne ala memleket… Talep eden kendisi, onaylayan yine kendisi…

***

*

***Alkolün Topluma Zararları***

Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Muharrem Balcı’nın belirttiğine göre, “Trafik kazalarında alkollü araç kullanımı birinci sırada gelmektedir.”[5] Nitekim Adli Tıp Kurumu 1. Adli Tıp Ihtisas Kurulu Başkanı Uz. Dr. A. Sadi Çağdır, “Alkol ve Suç” başlıklı makalesinde şunları yazıyor:

“Ülkemizde ve dünyada işlenen suçların ve gerçekleşen kazaların çok ciddi bir oranı alkolden kaynaklandığı bilinmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 30 ülkeyi kapsayan ve Türkiye’nin de içinde olduğu araştırma raporuna göre cinayetlerin yüzde 85’i, ırza tecavüzlerin yüzde 50’si, şiddet olaylarının yüzde 50’si, trafik kazalarının yüzde 60’ı, eşlerini dövenlerin yüzde 70’i, işe gitmeyenlerin yüzde 60’ı bu suçlarını alkollü iken işlemektedir. Alkol bağımlılarında suç işleme oranı %68 iken, alkol bağımlısı olmayanlarda bu oran %37 bulunmuştur. Alkol kullanan ergenlerde; suç, cinsel saldırı, agresyon oranının daha yüksek olduğu gözlenmiştir. (…) Alkol ve madde bağımlılığında kişinin bağımlı olması nedeniyle alkol veya kullandığı bir başka maddeyi temin etmek için işlediği suçlar da bulunmaktadır. Kişilerin alkolün etkisiyle işlediği suçlar ise işlenen suçların önemli bir kısmını kapsamaktadır.

Tüm suçlar gözden geçirildiğinde alkolün özellikle cinayet, darp, yaralama, cinsel saldırı, hakaret gibi suçlarda etkin olduğu belirgindir. (…) Uzun vadede alkol kullanımının yol açtığı şiddetli geçimsizlik, sonu boşanmalara kadar giden aile içi şiddet de alkolün etkisiyle oluşan sosyal sorunlar olarak karşımıza çıkar. (…) Alkol kullanımının yol açtığı suçlardan en önemli ve yaygın olanı, trafik suçlarıdır. (…)

ABD’de alkole bağlı trafik kazalarında her yıl 13.000 kişi ölmekte yüz binlercesi yaralanmaktadır. (…) 2008 Yılındaki istatistik verilere göre ABD’de 5.3 milyon mahkumun %36’sının, şiddetle ilgili suçlardan yatanların %40’ının suç işlerken alkolün etkisi altında olduğu ayrıca yapılan anketler sonucunda mahkumların %25’inin alkolik olduğu saptanmıştır.”[6]

2008 yılında ülkemizde 929.304 trafik kazası olmuş, bu kazalarda 4.228 kişi hayatını kaybetmiştir. Yaralananların sayısı ise 183.841 kişidir. Kazalarda toplam maddi hasar 1.112.204.949 lirayı bulmuştur.[7]

Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün verilerine göre trafik kazaları; yaralanmalara bağlı ölümler sıralamasında birinci, genel olarak ölüm sebepleri sıralamasında onuncu, ağır hastalık nedenleri arasında dokuzuncu sıradadır.[8] Dünyadaki bütün kazaların %40’ını trafik kazaları oluşturmakta, öte yandan erişkin yaşlardaki yaralanma sebepli ölümler içinde ilk sırada yer almakta ve trafik kazalarına bağlı olarak her yıl 1 milyon kişi ölmekte, 20 milyon kişi yaralanmaktadır.[9]

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Bankası’nın 2004 yılında ortaklaşa hazırladığı rapora göre, dünya’da ölüm nedenleri arasında 1990 yılında dokuzuncu sırada bulunan trafik kazalarının 2020 yılında altıncı sıraya yükselmesi beklenmektedir.[10]

Aynı rapora göre Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde her yıl 40 binden fazla kişi hayatını kaybederken, 150 binden fazla kişi bu kazalar sonucu sakat kalmaktadır. Trafik kazası sonucunda hayatını kaybedenlerin % 73’ünü erkekler ve yarıdan fazlasını 15-44 yaş grubu oluşturmaktadır.[11]

Avrupa Birliği’nde her yıl 1.3 milyon yolda trafik kazası olduğu ve bunların yılda 1.7 milyon yaralanma ve 40.000 ölüme yol açtığı hesaplanmıştır. Bu kazaların doğrudan ve dolaylı maliyetlerinin 160 milyar euroyu bulduğu, bu miktarın ise Avrupa Birliği’nin Gayri Safi Milli Hasılası’nın %2’sine eşit olduğu bilinmektedir.[12] Ayrıca yoldaki trafik kazaları çocuklarda ve gençlerde önde gelen ölüm ve iş göremezlik sebebidir.[13] Yine 45 yaş altı ölümlerin en önde gelen nedeni yine trafik kazalarıdır.[14]

Ingiltere’de “Institute of Alcohol Studies”in 2003 yılı için yaptığı bir araştırmaya göre, Avrupa’da alkol tüketiminden doğan sosyal zarar 125 milyar Euro’dur.

Buna göre hane başına 650 Euro düşüyor.

Bu rakam şu alanlardaki zararların toplamıdır:

Alkolün iş yerlerine verdiği zarar yılda 59 milyar Euro. (Alkolden ölüm bu rakama dahildir)

Sağlık harcamaları: 22 milyar Euro.

Kriminal vakalar: 33 milyar Euro.

Trafik kazası ve diğer zararlar 10 milyar Euro.

Manevi zararlar ise yılda 150 ila 700 milyar euro olarak tahmin edilmektedir.[15]

Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre, alkolün sebep olduğu ölümlerin (35 – 65 yaş grubu) oranları erkeklerde % 25, kadınlarda ise % 13’dür.[16] Doğrudan veya dolaylı olarak alkolden ölenlerin sayısı ise yılda 42 bin kişidir.[17]

Alman polisi tarafından tutulan 2004 yılına ait kriminal istatistiklere göre, her 3 şiddet olayından 1’i alkolün etkisiyle meydana gelmektedir.[18]

Almanya’da 2009 yılında aydınlatılan 151.617 şiddet suçu olayında 48.563 vak’a alkolün etkisiyle meydana gelmiştir. Dolayısıyla alkol, Almanya’da 2009 yılında aydınlatılmış olan şiddet olaylarının %33,1’ine sebep olmuştur.[19]

Italya’da yılda yaklaşık 270.000 yol trafik kazasında 330.000 kişi yaralanmakta ve 7.000 kişinin de ölümüne yol açmaktadır.[20]

ABD’de 2002’de alkolle ilişkili kazaların %4’ü ölümle ve %42’si yaralanmayla sonuçlanmıştır. Bunun aksine alkolün olmadığı kazaların %0,6’sı ölümle ve %31’i yaralanmayla sonuçlanmıştır.[21]

Alkollü sürücülerin yol açtığı kazalarda alkol alan sürücülerden başka pek çok insan da hayatını kaybetmektedir. 2002 yılında ABD’de genel olarak 1.00 promil veya daha yüksek olan alkollü sürücünün yer aldığı trafik kazalarında ölenlerin %44’ü alkollü sürücü haricindeki insanlardı. Bunların %7’si alkollü sürücülerin çarptığı araçlardaki diğer sürücüler, %22’si alkollü sürücülerin araçlarında veya bunların çarptığı araçlarda bulunan yolcular, %13’ü yayalar ve %2’si bisikletlilerdi. 2002’de alkollü sürücülerin yer aldığı kazalarda 16 yaşından küçük 573 kişi kaybedildi.[22]

Japonya’da yapılan bir araştırmada; alkollü olarak araç kullanmanın trafik kazasında ölüm riskini 4 kat artırdığı ve bu engellenmiş olsaydı ölümlerin % 75’inin önlenebileceği anlaşılmıştır.[23]

Bir bölgede alkol tüketimi arttıkça alkole bağlı trafik kazaları oranı da artmaktadır.[24]

1989 yılı Emniyet Genel Müdürlüğü ve Adalet Bakanlığı verilerine göre:

– Ülkemizde işlenen suçların % 66 sı,

– Trafik kazalarının % 61 i,

– Cinayetlerin % 35 i,

– Tecavüzlerin % 50 si,

– Boşanmaların % 80 i alkol yüzündendir.

Buradan da anlaşılıyor ki, her kötülüğün temelinde alkol vardır. Insanımız içkiden gördüğü zararı hiçbir düşmandan görmemiştir.[25]

***

*

***Alkol, Insana Her Pisliği Yaptırır***

Alkol, insana babasını öldürtür:

Milliyet Gazetesi, 29 Mart 1999.

***

Alkol, insana çok sevdiği çocuğunu da öldürtür:



Milliyet Gazetesi, 29 Haziran 1995.

***

Alkol, insana hırsızlık da yaptırır, tecavüz de ettirir:



Milliyet Gazetesi, 11 Ekim 1995.

***

Alkol, 92 yaşındaki kadına bile tecavüz ettirir:



Milliyet Gazetesi, 19 Subat 2001.

***

Alkol, bu sapıklığı da yaptırır:



Milliyet Gazetesi, 4 Ocak 2003.

***

Görülüyor ki, alkol, felaketin kaynağıdır. Alkolden yalnız içen değil herkes zarar görüyor.

***

*

***Alkol Ve Sağlık***

“Almanya Bağımlılık Danışma Merkezi”nin yayınladığı bir broşürün birinci sayfasında, doğru bilinen yanlışlara şöyle dikkat çekiliyor:

“Hep duyar ve okuruz, ‘bir bardak içmek zarar vermez, tam aksine: alkol ölçülü içildiğinde sağlıklıdır. Kırmızı şarap kalp krizine karşı korur, bira böbrekleri temizler, kısacası düzenli olarak alkol içmek ömrü uzatır.’

Ama bu yanlıştır.

Alkol ne ilaçtır, ne de sağlığı destekler.”[26]

Aynı broşürde alkolün 60 çeşit hastalığa sebep olduğu belirtilmekte ve bunlardan bazıları şöyle sıralanmaktadır:

– Karaciğer Sirozu ve Pankreas Iltihabı

– Mide ve Bağırsak Hastalıkları

– Kalp ve Dolaşım Sistemi Hastalıkları

– Beyin Hastalıkları

– Kanser Hastalıkları

– Bağışıklık Sistemi Hastalıkları

– Hormonal Bozukluklar

– Iktidarsızlık ya da Testis Büzülmesi

– Azaltılmış doğurganlık

– Erken Menopoz Belirtileri



Almanya Bağımlılık Danışma Merkezi tarafından yayınlanan broşürün birinci sayfasında, doğru bilinen yanlışlara dikkat çekiliyor

***

Vatandaşlarını alkolün zararlarından korumak için ABD, Almanya, Japonya ve Fransa gibi ülkeler, alkollü içki kaplarına sağlık uyarı etiketi uygulamasını zorunlu hale getirmiştir. Mesela aşağıdaki resimde de görüleceği üzere, Laik Fransa’da 11 Şubat 2005 tarihinde çıkarılan bir kanunla alkollü içki kapları (şişe/kutu) üzerindeki etiketlerde “Hamilelikte alkollü içki kullanımı az miktarda bile olsa bebeğin sağlığına ciddi zararlar verebilir” veya elinde bir bardak tutan hamile kadın resmi ve üzerinde diyanagol bir çizginin yer aldığı hükümet tarafından çıkarılan sembolün kullanımı zorunlu hale getirilmiştir.[27]



Laik Fransa’da alkollü içki kaplarına konulan sağlık uyarı etiketi****

***Islam’ın Alkollü Içkilere Bakışı***

Dinimizde sarhoşluk veren içkilerin çoğu haram olduğu gibi azı da haramdır. Islâm dini bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır. Müslüman’ın alkollü içki ve uyuşturucudan uzak durması gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor;

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.”[28]

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:

“Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın…”[29]

Hadislerde de sarhoşluk veren bütün maddelerin içilmesi/alınması yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber, “Sarhoşluk veren her içki haramdır.”[30] buyurmuştur.

Bu konuyla ilgili Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’den rivayet edilen bazı Hadis-i Şerifler şöyledir:

“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”[31]

“Içki bütün kötülüklerin anasıdır.”[32]

“Allah içkiye, onu içene, dağıtana, satana, satın alana, üzümünü sıkana [îmal edene], kendisi için sıktırana, taşıyana ve kendisine taşınana ve parasını yiyene lânet etsin.”[33]

Bu ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere az veya çok içki içmek haramdır.

***

Hz. Ali (radıyallahu anh)’a sorarlar:

– Müslüman olmadan içki içtin mi?

– Hayır içmedim.

– Neden, herkes içiyordu sen niçin içmedin?

– Evet herkes içiyordu. Ama hepsini de hayasızlaştırıyordu. Onların bu halini görüp içmedim, diye cevap verir.[34]

****Alkol, Sömürgecilerin Silahıdır***

Yahudi protokollerinde şu talimat vardır:

– “Insanları rakı ile sarhoş, şarapla sersem edip ahmaklaştırarak düşünmekten alıkoymalıyız.” (C. R. Atilhan, Fesat programı, s.55)

– “Içkiye alıştırmalıyız. Ilk kadehi kadınların elinden verip sarhoş halde herkesin içinde rezil etmeliyiz.” (K. Yaman, Ihânet plânları, s.227)

– “Kalabalıkların vakitleri eğlencelerle, oyunlarla oyalanmalı herkes düşünmekten alıkonmalıdır.” (s.197)

Alkol, tarihte düşmanın gizli imha plânı olarak kullanılmıştır. Yaptığı tahribat yönü ile atom bombasından daha çok etki yapmıştır. Alkol, tuzaktır. Kötü emellerin silahıdır.

– “Amerikalılar, kıtayı keşfettikten sonra Kızılderililerin mukavemetini ve gücünü içki ile kırmıştır. Afrika ve Okyanus adalarında öğrendiğimize göre, Batılı sömürgeciler, fethettikleri topraklardaki yerli halka bedava veya ucuz ve bol miktarda rakı vererek onları önce sarhoş sonra da alkolik etmişlerdir.” (Ibrahim Canan, Kütüb-i Site: 6/291)

– “Ingiltere 19. yüzyılda Çin’i istilaya kalkışınca içki, afyon ve uyuşturucu tuzağını kullanmıştır. Bunun için Hindistan’da ürettiği afyonu Çin’e sevk etmek istemiş, Hindistan direnince silaha başvurmuştur. Tarihe bu savaş “Afyon Harbi” diye geçmiştir.” (Ibrahim Canan, K. Site: 6/292)

– Osmanlıyı yıkmada düşmanın önde gelen silahı, içki ve kadın olmuştur.

– Roma’yı, Bizans’ı yıkan da içkidir.

– Türk illeri, 70 yıl Ruslar tarafından alkol ile uyuşturulmuş, ve kontrol altında tutulmuştur. Hatta öyle alıştırmışlar ki, sabah kahvaltısında bile sofrada alkol vardır. Alkol Rus’un sömürü silahı olmuştur.

– 1996 Ramazan’ında Kazaklar “Içkiye hayır” kampanyası başlattı:

Ord. Prof. Kaydarov: “Içki bize Rus oyunu. Ruslar bize içki belasını yayarak beyinlerimizi süngerleştirdi. Ruslar, çok değişik taktiklerle içkiye alıştırdılar. Mesela; içki ikram etmeyen, dünyanın en leziz yemeklerini hazırlamış olsa da vazifesini yapmamış anlayışını yerleştirdiler. Bu içki belâsı, Rusların nüfuzumuzu yok etmenin ayrı bir plânıdır.” demiştir. (8/2/1996. Zaman)[35]

*******Içkiyle Ilgili Özdeyişler***

Içki öldürür, kumar söndürür, spor güldürür. (Yeşilay Derneği)

Içkinin barındığı yerden ahlak ve utanç kaçar. (Baeches)

Içki şişesinin içinde, hoşnutsuzluk, avunma, korkaklık cesaret, utangaçlık ve kendine güven aranır. (S. Johnson)

Üç kadehten fazla içip de sarhoş olmadığını ileri süren herkes sarhoştur. (Epiktesos)

Akıllı adamların tek içkisi sudur. (Thorea)

Belaların en büyüğü sarhoştur. (Jefferson)

Içkiyi savunanlar olabilir, fakat içki onları asla savunmaz. (Abraham Lincoln)

Kişiliğinizi, ailenizi, ülkenizi seviyorsanız, içki düşmanı olunuz. (Yeşilay Derneği)

Su içmek insanın kendisini ne hasta, ne borçlu, ne dul yapar. (J.Neale)

Sarhoşluk gönüllü çılgınlıktır. (Seneca)

Ey içki, eğer senin adın yoksa, sana iblis adını verelim. (W. Shakespeare)

Isterse başka ulusları mutlu etsin, alkol bizim düşmanımızdır. (Prof. Dr. Sadi Irmak)

Insan vücudunda içki koymak, makine yataklarına kum koymak gibidir. (Henry Ford)

Her kadeh, mezara doğru bir basamaktır. (Abdülhak Hamid)

Içki alışkanlığı, toplumsal bir vebadır. (Ahmet Emin Yalman)

Içki, korkağı cesur; cesuru küstah eder. (Refik Halit Karay)

Içkinin bağırdığı yerde, ahlak ve utanç susar. (W Chaucer)

Belaların en büyüğü sarhoşluktur. (Jefferson)

Şarap mideye oturunca, artık söz unutulur. (Alessandro Menzoni)

Içki arkadaşları düşman eder. (Prof. Dr. F. Kerim Gökay)

Savaş fırtınadır, gelir geçer; içkiyse aman ve aralık vermez. (Ali Vahit)

***Yeşilay Haftası Güzel Sözler

Kadeh içinde, deniz içinde olduğundan daha çok kimse boğulmuştur. (Alman sözü)

Içkinin üstesinden gelirim sanırsan, içki senin hakkından gelir. (Amerikan sözü)

Içki, bütün bela ve kötülüklerin anası, anahtarıdır. (Arap sözü)

Meyhanede yazılan şey, cennette okunmaz. (Bulgaristan sözü)

Sarhoş adam, yırtık çuvaldır. (Bulgaristan sözü)

Içkiye düşkün olanları, bu yıkımdan kurtarmak için en iyi yol, sarhoş değilken, onlara bir sarhoşu göstermektir. (Çin sözü)

Içki girince, akıl çıkar. (Fransız sözü)

Şarapla başlayan dostluk, bir gece sürer. (Ispanyol sözü)

Şarabın girdiği yerden, alçak gönüllülük çıkar. (Isveç sözü)

Içki ocak söndürür. (Tatar sözü)

Sarhoştan deli bile kaçar. (Tatar sözü)

Keçi şarap içmiş, dağda kurt aramaya çıkmış. (Türk sözü)

***Içki ve Sigara Konulu Özlü Sözler

Içki güldürür, süründürür, öldürür.

Içki sağlığın düşmanıdır.

Içki kötülükler doğurur.

Içki aile bütçesini eritir.

Içki sinir ve sindirim sistemlerini bozar.

Sigara kanserle kardeştir.

Akıllı adamların tek içkisi sudur.

Içki bütün kötülüklerin anasıdır.

Içki öldürür, kumar söndürür, spor güldürür.

Içki insanı sefalete, rezalete hatta cinayete sürükler.

Alkol, veremin en yakın dostudur.

Alkol kapıdan girerse, mutluluk pencereden çıkar.

Toplumdaki pek çok facianın sorumlusu içkidir.

Alkol almak, gönüllü çılgınlıktır.

Içkinin girdiği yerden akıl, ahlâk ve utanma kaçar.

***YEŞİLAY’IN ÖĞÜDÜ

Sağlığını seviyorsan,

Güçlü kalmak diliyorsan,

Zehir nedir biliyorsan,

İçme zararlı içkiden.

İçeceksen süt, ayran iç!

Nar, portakal suyundan iç!

Billur gibi kaynaktan iç!

İçme zararlı içkiden!

Geçicidir keyfi onun,

Sürünmektir bil ki sonun.

Mutluluğa gitmez yolun,

İçme zararlı içkiden!

Evdekiler seni bekler,

Saçı bitmedik bebekler…

Yıkılsın mı bu emekler?

İçme zararlı içkiden!

***Mustafa Öselmiş’in de dediği gibi, içkinin bize son yıllarda verdiği zararı hiçbir düşman vermemiştir. Düşmanın milletimizi uyutmak ve uyuşturmak için hazırladığı oyunu bozmalıyız. Yetersiz ve yanlış bilgilerle alkol ve uyuşturucu ağına düşmüş insanımızı kurtarmalıyız..**********.

KAYNAKLAR:

[1] Halil Cin- Ahmed Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, cild 1, Istanbul 1996, sayfa 267, 268.

[2] Anonim, Atatürk Çiftlikleri, Devlet Ziraat Işletmeleri Kurumu Neşriyatı, Ankara 1939, sayfa 63 ve devamı.

[3] Nizyazi Ahmet Banoğlu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, Nurgök Matbaası, Istanbul 1954, cild 2, sayfa 78.

[4] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, 78. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, Istanbul 2013, sayfa 161. (1999 tarihli baskısında ise sayfa 156. Ilk baskı 1998.)

Kitabın 162’nci sayfasında Mina Urgan’ın o sırada 11 yaşında olduğunu öğreniyoruz.

Ayrıca bakınız; Süleyman Bulut, Büyük Atatürk’ten Küçük Öyküler-2, 26. Baskı, Can Yayınları, Istanbul 2016, sayfa 59 ve devamı.

[5] Habertürk Gazetesi, 07 Ocak 2011.

[6] Adli Tıp Kurumu 1. Adli Tıp Ihtisas Kurulu Başkanı Uz. Dr. A. Sadi Çağdır, “Alkol ve Suç” (Türkiye Yeşilay Cemiyeti 1, “Alkol ve Güvenli Sürüş”, Istanbul, Mayıs 2011, sayfa 25 – 29.)

[7] Bayraktar N., Çilingiroğlu N.; “Türkiye’de Trafik Sorunu” Toplum Hekimliği Bülteni, 2001, 22 (2).

[8] WHO Injury Chart Book 2002. Department of Injuries and Violence Prevention Noncommunicable Diseases and Mental Health Cluster, World Health Organization, Geneva, 2002.

[9] Koç D., Tüzün H., Maral I.; “Türkiye’de 1999 Yılı Için Ölümle Sonuçlanan Trafik Kazalarının Doğuşta Hayat Beklentisine Etkisi”, TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni, 2006, 5 (1-9).

Ayrıca bakınız;

Emniyet Genel Müdürlüğü ve Türkiye Istatistik Kurumu, Trafik Kaza Istatistikleri 2007, Türkiye Istatistik Kurumu Matbaası, Ankara 2009, (1-3, 5-6 ve 87).

[10] WHO and World Bank Activity. The World Report on Road Traffic Injury Prevention, On 7 April 2004.

[11] WHO and World Bank Activity. The World Report on Road Traffic Injury Prevention, On 7 April 2004.

[12] Torre GL, Beeck EV, Quaranta G, et al: Determinants of Within-Country Variation in Traffic Accident Mortality in Italy: A Geographical Analysis. International Journal of Health Geographics, 2007, (6) 49: (1-8).

Ayrıca bakınız;

European Commission –Directorate– General for Energy and Transport: Halving the Number of Road Accident Victims in the EU by 2010, A Shared Responsibility.

[13] Hjern A., Bremberg S.; Social Aetiology of Violent Deaths in Swedish Children and Youth, J. Epidemiol Comm Health 2002, 56: (688-692).

Ayrıca bakınız;

Sethi D., Racioppi F.; Road Traffic Injury Prevestion in Children and Youth in the European Region. Evr J Puplic Health 2004, 145, (39).

[14] Torre GL, Beeck EV, Quaranta G, et al: Determinants of Within-Country Variation in Traffic Accident Mortality in Italy: A Geographical Analysis. International Journal of Health Geographics, 2007, (6) 49: (1-8).

Ayrıca bakınız;

European Commission –Directorate– General for Energy and Transport: Halving the Number of Road Accident Victims in the EU by 2010, A Shared Responsibility.

[15] “Alcohol in Europe – A Public Health Perspective.” Anderson, R. & Baumberg, B. (2006), London, Institute of Alcohol Studies.

[16] John, U. & Hanke, M (2002) Alcohol-attributable mortality in a high per capita consumption country – Germany, in: Alcohol and Alcoholism 37; 581-585.

[17] Alkoholkonsum und alkoholbezogene Störungen in Deutschland (Almanya’da alkol tüketimi ve alkole bağlı hastalıklar), Schriftenreihe des BMG. Band 128, Nomosverlag, 2000.

[18] Polizeiliche Kriminalstatistik Berichtsjahr 2004. (Alman polisinin 2004 yılı suç istatistikleri raporu).

[19] Die Kriminalität in der Bundesrepublik Deutschland – Polizeiliche Kriminalstatistik für das Jahr 2010, sayfa 8. (Federal Almanya’da Suç – Alman polisinin 2010 yılına ait suç istatistiği).

[20] Torre GL, Beeck EV, Quaranta G, et al: Determinants of Within-Country Variation in Traffic Accident Mortality in Italy: A Geographical Analysis. International Journal of Health Geographics, 2007, (6) 49: (1-8).

[21] Hingson R., Winter M.; Epidemiology and Consequences of Drinking and Driving, Prepared: National Institute on Alcohol Abuse and Alcoholism, December 2003. Ulaşım: pubs.niaaa.nih.gov.

[22] Hingson R., Winter M.; Epidemiology and Consequences of Drinking and Driving, Prepared: National Institute on Alcohol Abuse and Alcoholism, December 2003. Ulaşım: pubs.niaaa.nih.gov.

[23] Fujita Y., Shibata A.; Relationship Between Traffic Fatalities and Drunk Driving in Japan, Traffic Injury Prevention, 2006, 7: (325-327).

[24] Torre GL, Beeck EV, Quaranta G, et al: Determinants of Within-Country Variation in Traffic Accident Mortality in Italy: A Geographical Analysis. International Journal of Health Geographics, 2007, (6) 49: (1-8).

[25] Mustafa Öselmiş, Gençliğin Etrafındaki Tuzaklar, sayfa 190. http://www.mustafaoselmis.com.tr/wp-content/uploads/kitap-icerikleri/gencligin-etrafindaki-tuzaklar.pdf (Son erişim tarihi 15 Haziran 2013).

[26] Deutsche Hauptstelle für Suchtfragen DHS (Almanya Bağımlılık Danışma Merkezi), “Alkohol und Gesundheit: Weniger ist besser!”. Broşüre buradan ulaşabilirsiniz: http://www.dhs.de/fileadmin/user_upload/pdf/Broschueren/AlkoholGesundheit_Einzelseiten.pdf(Son erişim tarihi 15 Haziran 2013).

Alkolün 60 çeşit hastalığa sebep olduğunu Peter Anderson ve Ben Baumberg de belirtmektedir;

Peter Anderson and Ben Baumberg, Alcohol in Europe – A public health perspective, Institute of Alcohol Studies, UK June 2006, sayfa 4. (A report for the European Commission).

[27] Sebahattin Kuş, “Alkollü içki şişelerinde sağlık uyarıları”, Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, sayı 17, Aralık-Ocak-Şubat 2010-2011.

[28] Kur’ân-ı Kerim, Maide Suresi, Ayet: 90. (Elmalılı Hamdi Meali)

[29] Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer’, 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547.

[30] Buhâri, Vudû, 71; Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 7.

[31] Ebû Dâvud, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3.

[32] Suyûtî, Câmi’üs-Sağîr, 2/12.

[33] Tirmizi, Büyû: 58.

[34] Mustafa Öselmiş, Gençliğin Etrafındaki Tuzaklar, sayfa 198. http://www.mustafaoselmis.com.tr/wp-content/uploads/kitap-icerikleri/gencligin-etrafindaki-tuzaklar.pdf (Son erişim tarihi 15 Haziran 2013).

[35] Mustafa Öselmiş, Gençliğin Etrafındaki Tuzaklar, sayfa 201 – 203. http://www.mustafaoselmis.com.tr/wp-content/uploads/kitap-icerikleri/gencligin-etrafindaki-tuzaklar.pdf (Son erişim tarihi 15 Haziran 2013).

Birkaç yerde, Prof. Dr. Sefa Saygılı’nın “Dünyada Ve Ülkemizde Trafik Kazaları Ve Alkolün Etkisi” başlıklı makalesinden alıntı yaptık. (Türkiye Yeşilay Cemiyeti 1, “Alkol ve Güvenli Sürüş”, Istanbul, Mayıs 2011, sayfa 7 – 24.)***

Benzer konular:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/18/kemal-ataturkun-padisahlar-gizli-icerdi-ben-acik-iciyorum-sozu-hakkinda/***

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/08/07/sarhos-ataturk-konusunda-yilmaz-ozdile-cevap/***

https://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/12/30/yilmaz-ozdilin-amaci-ne-kurana-bakalim/

***http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2013/05/30/yilmaz-ozdile-iki-ayyas-cevabi/
 
Copyright © 2021 Atatürk Hakkında Bilinmeyenler